Yerlerinizi alın!” diye bağırıyorlardı.
Takımlara ayrılıp vagonların yanında sıraya dizildiler.
Zavallı bir aptal, sis içinde kaybolmuş, bağırıp duruyor, bölüğünü arıyordu. Asık suratlı Zef yorulmuş, sakalları kıvır kıvır olmuştu. Uzaktaki zavallıya hırıldayan, fakat belirgin sesiyle seslendi. “Çabuk, buraya gel ve sıraya gir! Bugün haddinden fazla çarpışmaya gireceksin.” Zavallının yanından geçen bir onbaşı, ona tokat attı. Maxim anında tepki gösterdi ve onbaşı çamura yuvarlandı. Gördükleri mahkûmların hoşuna gitmiş olacak ki, hepsi kahkahalara boğuldu.
Göremedikleri biri haykırdı. “Tugay, dikkat!” Tabur komutanları emirler yağdırdı, bölük komutanları sırayla emirleri yineledi ve müfreze liderleri koşmaya başladı. Hiç kimse “dikkat” pozisyonunda değildi; baskın birlikleri yerlerinde koşar gibi ısınma hareketleri yapıyor, şanslı olanları sigara içiyordu. Erler kendi aralarında homurdanıyordu. Bundan sonra hiç yiyecek alamayacaklar gibi gözüküyordu. Küfrediyorlardı. “Lanet olası savaşlarıyla cehenneme kadar yolları var!”
“Tugay, rahat!” diye bakırdı Zef. “Dağılın! Bir nefes alın!”
Askerler tam da dağılmak üzereyken, onbaşılar tekrar etrafta koşuşturmaya başladı. Bir anda parlayan siyah yağmurluklarıyla lejyonerler göründü. İnce çizgilere ayrılıp silahlarını vücutlarına bastırmış bir şekilde vagonların hizasında koşuyorlardı. Askerler korkmuş, etrafı bir sessizlik kaplamıştı. Çabucak toplanıp düzgün sıralar oluşturdular.
Demirden bir ses sisi delip geçti, “içinizden herhangi bir gagasını açarsa, onu vurdururum, bilmiş olun!” Herkes kaskatı kesildi. Endişeli bekleyiş sürüyordu. Nasıl olduysa sis dağılmış, bulundukları yerin çirkinliğini gözler önüne sermişti: bakımsız bir istasyon, ıslak raylar ve telgraf direkleri. Sağ tarafta, tugayın hemen önünde, koyu giysiler giymiş insan kalabalığı dikiliyordu. Alçak sesler kalabalıktan yükseliyordu.
Derken kalabalıktan biri diğer birine çıkıştı. “Emirleri yerine getir!” Maxim, gözünün ucuyla arkasına baktı. Hareketsiz duran lejyonerler, yağmurla ıslanmış siyah kapşonları altından şüphe ve nefret içinde onlara bakıyorlardı.
Kamuflaj giysili biri kalabalığın içinden öne çıktı. Bu tugay lideri Anipsu’ydu; hükümete ait yakıtı kara borsada satmak suçundan albaylık rütbesi elinden alınmış ve içeri atılmıştı.
Elindeki bastonu döndürerek adamlarına nutuk atmaya koyuldu: “Askerler! Size askerler demekle hata ettiğimi biliyorum.
Öyle ki ben dahil hepimiz toplumdan dışlanmış serserileriz.
Bugün savaşa katılmanıza izin verildiği için minnettar olmalısınız. Birkaç saat içinde bir çoğunuz öleceksiniz ve bu şekilde onurlandırılmış olacaksınız. Fakat hayatta kalanlarınızı iyi bir hayat bekliyor: asker tayınları, viski, ve saire… Şu andan itibaren saldırı pozisyonu alacağız, onlara ulaştığınızda tanklarınıza bineceksiniz. Sizler tank birliğinden değilsiniz; ancak elde ettiğiniz her şeyin size ait olacağını çok iyi biliyorsunuz. Pek uzak değil, yüz mil kadar ileride de — Geri dönüş yok artık, vazgeçen anında öldürülecek. Soru sormayacaksınız. Tugay! Sağa dön! İleri! Sıra halinde, marş, marş! Mankafalar! Sıra halinde dedim! Onbaşılar, massaraksh! Ne cehenneme bakıyorsunuz? Sığırlar sizi! Dörtlü gruplara ayrılın. Onbaşılar, onları dörtlü gruplara ayırın! Massaraksh!” Onbaşılar lejyonerlerin yardımıyla, tugayı dörtlü gruplar haline soktular. Sıradakilerin yeniden “dikkat” pozisyonunda durmaları emredildi. Maxim tugay komutanına yakın duruyordu. Eski albay körkütük sarhoştu. Sallanıyor ve bu yüzden de bastonuna abanmış kafasını silkeleyip hiddetli mavimtırak yüzünü eliyle sıvazlıyordu. Müfreze komutanları da tıpkı Anipsu gibi körkütük sarhoş bir şekilde tugay liderinin arkasında dikiliyordu. Biri kıkırdayarak gülüyor, İkincisi inatla sigarasını yakmaya çalışıyor, üçüncüsü de tabanca kılıfına yapışmış erlerin arasında sallanıyordu. Askerler havadaki viski kokusunu gıpta ederek soluyor ve aralarında mırıldanıyorlardı. “Gidelim, gidelim” diye homurdandı Zef.
“Bugün haddinden fazla çarpışmaya gireceksiniz.” Maxim rahatsız olmuştu ve Zef’i dirseğiyle dürttü.
“Kes sesini” dedi dişlerinin arasından. “Bunu duymaktan sıkıldım.” İki adam albaya yaklaştı. Biri dişleri arasına pipo sıkıştırmış olan lejyoner yüzbaşıydı. Tepeden tırnağa silahlıydı.
Diğeriyse uzun bir pardösü giymiş ve boynuna kaşkol dolamış olan bir sivildi. Sivil, olan Maxim’e tanıdık gelmişti ve Mac suratını asarak onu incelemeye koyuldu. Sivil, albaya fısıldayarak bir şeyler söyledi. Albay, onu anlamamış olacaktı ki, aptal aptal bakındı. Sivil, mahkûmları işaret ederek albaya tekrar anlatmaya başladı. Lejyoner yüzbaşı onlara aldırmaksızın piposunu tüttürüyordu. “Onu neden istiyorsun?” diye haykırdı albay. Sivil bir belge çıkardı, ancak albay belgeyi eliyle itti. “Onu alamazsın. Erkek gibi, hep birlikte ölmeliler.” Sivil ısrar etti. “Lanet olsun, sana!” dedi albay. “Ve departmanına. Hepsi ölecek, her biri. Haksız mıyım?” diye sordu yüzbaşıya. Yüzbaşı albayı onayladı. Sivil, albayı yakasından kavrayarak onu kuvvetle silkeledi. Albay neredeyse düşüyordu. Suratı öfkeden kıpkırmızı oldu. Elini deri kılıfa götürerek tabancasını çıkardı. “Ona kadar sayıyorum. Bir. İki.” Sivil yere tükürüp mahkûmların oluşturduğu sıralara doğru yürüdü. Her birinin suratını dikkatle inceledi. Albay saymaya devam ediyordu ve ona vardığında ateş etti. Yüzbaşı, çevik davranarak öne atılıp albayın silahını indirmesini sağladı. “Hepsi nallan dikecek, sonuncusuna kadar” diye bağırdı albay. “Benimle beraber… Tugay? İleri, marş! Lanet olsun size!” Tugay, tank paletlerinin açtığı yamru yumru izlerle dolu yolda ilerledi. Kayarak birbirlerine tutanlardan oluşan kafile, çamurlu bir yarığa inip ağır ağır zahmetle yürüyerek demiryolundan uzaklaştı. Tam bu noktada müfreze liderleri kafilelerin komutasını üstlenecekti. Guy, Maxim’in yanında ilerliyordu. Suratı solgun ve gergindi. Zef ona neler duyduğunu sormasına rağmen, Guy’ın ağzından uzun zamandır bir kelime bile çıkmamıştı. Yarık gittikçe genişliyor, önlerinde çalılıklar beliriyordu. Derken koru önlerinde bir karaltı halinde gözüktü. Küçük, kare şeklinde taretli, demode ve hantal bir tank, yolun yamacında belirip çamurlu hendeğe doğru hafifçe yana yatarak ilerledi. Giysileri yağ lekeleriyle dolu, asık suratlı tipler tankın etrafında dolanıyordu. Daha sonra, düzenden yoksun başıboş bir şekilde, elleri ceplerinde yürüyen askerlerden oluşan baskın birlikleri, diğerlerinin yanına ulaştı. Her biri sert yakalı gömleklerini havaya kaldırmış, etrafa dikkatle bakınıyor, çalı çırpının üzerinden hoplayarak yürüyordu. Çalılıklar göz alıcıydı. Siyah giysili, hafif makinalı tüfekli tipler iki ila üç yüz adımda bir belirlenen noktalara konuşlanmışlardı. Üç yakıt kamyonu, içi su dolu çukurlara dalarak bölüklere doğru ilerledi. Somurtkan şoförleri, baskın birliklerini umursamayarak, yanlarından geçip gitti. Yağmur şiddetleniyor, bölüklerdeki askerlerin keyfi kaçıyordu. İtaatkâr bir şekilde sessizlik içinde yürüyorlar, sığırlar gibi etrafa bakıyorlardı.
“Dinle, onbaşı” diye mırıldandı Zef. “hiç yiyeceğimiz olmadığı doğru mu?” Guy cebinden bir parça ekmek çıkararak onu Zef’e verdi.
“Hepsi bu” dedi. “Ölene dek başka yiyeceğimiz yok.”
Читать дальше