“Sen adamımsın, tamam mı?” Guy’ın faltaşı gibi açılmış gözlerinin içine sert sert baktı. “Bana güveniyorsun, değil mi?”
“Kesinlikle!”
“Sadece bana itaat et! Başka hiç kimseye değil! Başkalarından duyduğun her şey bir çuval yalandan ibaret. Ben senin dostunum. Sadece bana güvenebilirsin, başka kimseye değil. Unutma! Sana bir emir veriyorum: Hatırla bunu!” Guy kafasını hızla sallayıp onu onayladı. “Evet, evet.
Sadece sen. Başka hiç kimse değil.”
“Mac!” Biri onu çağırıyordu.
Maxim etrafında dönüp sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Önünde, uzun pardösülü adam, garip bir biçimde Mac’e tanıdık geliyordu Massaraksh, şu dökük deri, kare şeklinde kafa, kan çanağı gibi gözler. Bu Fank’ti. Yanağında kan vardı ve dudakları kötü bir halde kesilmişti.
“Massaraksh!” diye bağırdı Fank. Gürültüye rağmen sesini duyurmaya çalışıyordu. “Sağır mısın, yoksa beni mi tanımadın?”
“Fank! Burada ne yapıyorsun?” Fank dudağındaki kanı sildi.
“Gidelim” diye bağırdı. “Acele et!”
“Nereye?”
“Bu lanet olası yerden çıkacağız.” Maxim’i kemerinden tutup çekiştirmeye başladı. Maxim Fank’in elini itip.
“Öleceğiz!” diye bağırdı. “Lejyonerler!” Fank başını salladı.
“Gidelim! Senin için bir çıkış iznim var.” Maxim kımıldamıyordu. “Tüm ülkede seni aradım. Neredeyse bulamıyordum. Bir an önce gitmeliyiz!”
“Yalnız değilim!”
“Anlamadım.”
“Yalnız değilim” diye tekrarladı Maxim. “Üç kişi daha var.
Onlarsız bir yere gitmem.”
“Saçmalık! Nedir bu? Aptalca asil bir davranış mı? Yaşamaktan bıktın mı?” Bağırmaktan boğazı zorlanan Fank öksürmeye başladı.
Maxim etrafına baktı. Solgun yüzlü Guy’ın dudakları titriyor, yakasına sıkıca sarılmış bir halde Maxim’e bakıyordu. Her şeyi duymuştu.
Bitişikteki tankın yanında lejyonerler tüfeklerinin dipçikleriyle bir askeri dövüyorlardı.
“Sadece bir kişi için izin var!” diye yineledi Fank. Aynı anda aksırıp tek parmağını havaya kaldırdı. “Bir!” Maxim “hayır” anlamında iki yana salladı.
“Üç kişi daha var!” Mac, üç parmağını havaya kaldırdı.
“Onlarsız bir yere gitmem!”
Zef’in kızıl sakalı tankın yan cephesindeki kapaktan dışarı sarkmıştı. Fank dudaklarını ısırdı. Besbelli böyle bir durumla karşılaşmayı ummamıştı.
“Kimsin sen?” diye bağırdı Maxim. “Beni neden istiyorsun?” Fank bir an Mac’e bakıp, sonra başını Guy’a doğru çevirdi.
“Bu adam da seninle mi?”
“Evet, ve o da” dedi Zef i göstererek.
Fank’in dehşete düştüğü gözlerinden okunabiliyordu.
Elini pardösüsünün altına sokup tabancasını çıkardı ve Guy’a doğru nişan aldı. Maxim tüm gücüyle, Fank’in elini yukarı doğru itti ve tabanca Fank’in elinden fırladı. Fank, yaralı elini koltuğuna sıkıştırarak dizleri üzerine çöktü. Guy ani bir hareketle, Fank’in gırtlağına sarıldı ve Fank yere yığıldı.
Ansızın yanlarında lejyonerler belirdi, sinirden dişlerini sıkarak, gergin suratlarla, nefret içinde onlara bakıyorlardı.
“Tanka!” Maxim eğilerek Fank’i kollarından kavradı.
Fank o kadar şişmandı ki Maxim onu tanka itiştirmekte çok zorlandı. Onun ardından içeri Maxim daldı. Son anda sırtına bir dipçik darbesi almıştı. Tankın içi karanlık ve bir mahzen kadar soğuktu. Zef Fank’i kapaktan uzaklaştırarak tankın zeminine yatırdı.
“Kim bu?” diye çıkıştı. Maxim’in cevap vermeye zamanı yoktu. Hook, uzun süre tankı çalıştırmaya çabaladı. En sonunda yola koyulmuşlardı. Maxim tarete doğru tırmanıp başını dışarı çıkardı. Tank sıraları arasındaki mesafe çok genişti, arada lejyonerlerden başka kimse yoktu. Tüm tanklar çalışır durumdaydı ve gürültü inanılmazdı. Bayır, ağır egsoz dumanından kapkara olmuştu. Bazı tanklar ilerliyor, taretlerde kafalar beliriyordu. Yanlarında ilerleyen tanktaki başını dışarı çıkararak Maxim’e bir işaret yaptı, daha sonra da suratını çarpıtarak tekrar içeri girdi. Tanklar bayırı tırmanıyordu.
Maxim aniden birisinin beline sarıldığını hissetti ve onu itmeye çalıştı. Eğildi ve Guy’ın ona aptal aptal baktığını gördü.
Massaraksh, uçaktaki sahne tekrarlanıyordu. Guy onu iki eliyle kavramış, mırıldanıyordu. Suratındaki gençlik büyüsü gitmiş, yerini anlamsız ve tiksindirici bir ifade almıştı. Katil güdüler ruhunu ele geçirmişti. “Başladı” diye düşündü Maxim.
Guy kendinden geçmişti, bu yüzden onu sarsarak ayıltmaya çalışıyordu. “Evet, kesinlikle başladı. Yayıcılar açılmış.”
Tank tepeyi tırmanırken paletiyle toprak parçalarını eziyordu. Mavi gri duman yüzünden arkalarında hiçbir şey gözükmüyordu. Balçıkla kaplı ova önlerinde beliriverdi. Biraz uzakta da Khonti’nin alçak tepeleri ve Khonti topraklarına acımasızca bir çığ halinde ilerleyen tanklar görülebiliyordu.
Tanklar sıralar halinde ilerlemekten vazgeçmiş, sağa sola savrulup birbirlerine sürtünerek ilerliyorlardı. Son hızla ilerleyen bir tankın paleti fırlayıverdi. Araç, topaç gibi olduğu yerde döndü. Diğer paleti de yerinden kurtulup havada parlayan bir sinek gibi uçtuktan sonra ön tekerleri fırıl fırıl dönmeye başladı. Griler içinde iki adam tankın altındaki kapaklardan dışarı çıktılar. Ardından ellerini kollarını savurarak ileri, tehlikeli düşmanlan üzerine koşmaya başladılar. Kükreyerek, tangır tungur ilerleyen tanklardan atılan top mermileri her yerde yankılanıyordu. Tankların top namlularından açılan ateş, uzun kırmızı dilleri andırıyordu.
Canavarlar son hızla ileri atılmışlar, yoğun ve kapkara silah dumanıyla örtülmüşlerdi. Birkaç dakika içinde her yer siyahımsı sarı bulutlarla kaplandı. Maxim, gördüklerinin canice tuhaflığından o kadar büyülenmişti ki, gözlerini bu gösteriden ayırmakta çok zorlandı. Aynı anda sabırla kendisine sımsıkı sarılmış olan Guy’dan kurtulmayı başardı. Guy bağırıyor, ona yalvarıyor, Maxim’i tehdit eden tüm tehlikelere vücudunu siper etme arzusuyla başının etini yiyip duruyordu.
Maxim, tankın kontrollerini ele alması gerektiğini ayrımsadı.
Eğildiği sırada Guy’ın omzuna hafifçe vurdu ve metal desteklere tutundu. Bir yandan dumanlar onu rahatsız ettiğinden öksürüyor, bir yandan da oluşan manzarayı sallanan metal kutunun içinde güçlükle gözden geçirmeye ça-lışıyordu. Önce Fank’in ölü, beyaz yüzüne baktı, sonra da cephane kutusunun altında kıvranan Zef’e. Guy’ı kenara iterek, sürücünün yanına gitti.
Hook gazı köklemiş, tankı olabildiğince hızlı sürüyordu. O kadar yüksek sesle şarkı söylüyordu ki, bu gürültüde bile sesi duyuluyordu. Maxim sadece “Şükran İlahisi”nin sözlerini ayırt edebildi. Bir şekilde Hook’u sakinleştirip tankın kontrolünü eline almalı ve bu dumanlı havada, nükleer patlamalardan korunabilecekleri bir dar geçit ya da yarık bulmalıydı.
Vakit kaybetmeden Hook’un kontrollere yapışmış parmaklarını çözmeye koyuldu. O sırada sadık Guy, efendisine itaat etmediği için neredeyse çıldırmış olan Hook’a ağır bir İngiliz anahtarıyla saldırdı. Hook, kontrol kollarını bırakarak yere yığıldı. Sinirlenen Maxim, Guy’ı kenara itti. Onu kınayacak ya da davranışını onaylayacak vakti yoktu. Hook’un bedenini iterek, oturup, kontrolleri eline aldı.
Gözetleme kapağından neredeyse hiçbir şey gözükmüyordu. Sadece çimenle kaplı bir arazi parçası ve mavi gri yoğun bir duman… böyle puslu bir havada sığınak bulmak zor olacaktı. Tek bir şey yapabilirdi: Tank, tepenin derinliklerine ilerleyene dek yavaşlayarak daha dikkatli hareket edebilirdi.
Читать дальше