Stanislaw Lem - Maske
Здесь есть возможность читать онлайн «Stanislaw Lem - Maske» весь текст электронной книги совершенно бесплатно (целиком полную версию без сокращений). В некоторых случаях можно слушать аудио, скачать через торрент в формате fb2 и присутствует краткое содержание. Жанр: Фантастика и фэнтези, на турецком языке. Описание произведения, (предисловие) а так же отзывы посетителей доступны на портале библиотеки ЛибКат.
- Название:Maske
- Автор:
- Жанр:
- Год:неизвестен
- ISBN:нет данных
- Рейтинг книги:5 / 5. Голосов: 1
-
Избранное:Добавить в избранное
- Отзывы:
-
Ваша оценка:
- 100
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
Maske: краткое содержание, описание и аннотация
Предлагаем к чтению аннотацию, описание, краткое содержание или предисловие (зависит от того, что написал сам автор книги «Maske»). Если вы не нашли необходимую информацию о книге — напишите в комментариях, мы постараемся отыскать её.
Maske — читать онлайн бесплатно полную книгу (весь текст) целиком
Ниже представлен текст книги, разбитый по страницам. Система сохранения места последней прочитанной страницы, позволяет с удобством читать онлайн бесплатно книгу «Maske», без необходимости каждый раз заново искать на чём Вы остановились. Поставьте закладку, и сможете в любой момент перейти на страницу, на которой закончили чтение.
Интервал:
Закладка:
Beni sarayın kapısına kadar geçirmesine izin verdim, sürekli yanan katran kazanlarının ötesindeki bahçe sanki kömürden oyulmuş gibiydi; soğuk havada, uzak, insan dışı bir kahkaha vardı, Güney’in efendilerinin pınarlarından inciler akıyordu sanki — ya da çiçek tarhlarının üzerinde bembeyaz hayaletler gibi asılı duran konuşan heykellerdi bunlar, kraliyet bülbülleri de şarkı söylüyorlardı, ama kimse onları dinlemiyordu, seranın yakınlarında bir tanesi, dalına konmuş, ayın halesinin önünde büyük bir karaltı oluşturuyordu — ne mükemmel bir manzara! Çakıl taşları ayaklarımızın altında oynaşıyor, ıslak yaprakların arasından parmaklığın altın kaplamalı sivri uçları çıkıyordu.
Sert ve kararlı bir şekilde elimi kavradı, ben de hemen çekmedim, Majesteleri’nin askerlerinin ceketlerindeki beyaz çizgiler parıldadı, biri arabamı çağırdı, atlar toynaklarını yere vurdular, mor fenerlerin ışığında bir faytonun kapısı ışıldadı, aşağıya bir basamak sarkıtıldı. Bu bir rüya olamazdı.
“Ne zaman ve nerede?” diye sordu.
“Hiçbir zaman ve hiçbir yerde demek daha iyi olacak,” dedim, basit gerçeğimi dile getirerek; çabucak ve çaresiz bir şekilde, “Seninle oynamıyorum, harika filozofum, kendi içine bak, sana iyi bir öğüt verdiğimi göreceksin,” diye ekledim.
Ama eklemeyi düşündüğüm asıl sözleri dile getiremedim. Tuhaftır ama, her şeyi düşünebildiğim halde sesimi bulamıyor, o sözcüklere erişemiyordum. Boğazıma bir şey düğümlenmişti, bir dilsizlik, sanki bir anahtar dönmüş, aramızda bir sürgü kapanmıştı.
Başı önüne eğik, yumuşak bir sesle, “Çok geç,” dedi. “Gerçekten çok geç.”
“Kraliyet bahçeleri sabahtan öğlen borusuna kadar açık olacak,” dedim; bir ayağım arabanın basamağındaydı. “Orada, çürümüş bir meşe ağacının yanında, içinde kuğular olan bir havuz var. Yarın öğlen tam on ikide ya da ağacın kovuğunda yanıtını bulacaksın. Şimdi tek dileğim, bir mucize olup karşılaşmamızı unutmandır. Nasıl yapılacağını bilsem, bunun için dua ederdim.”
Bu koşullarda söylenecek en uygunsuz ve bayağı sözlerdi bunlar, ama bu ölümcül bayağılıktan kurtulmamın hiçbir yolu yoktu; fayton hareket etmeye başladıktan sonra, söylediklerimi, bende uyandırdığı duygulardan korktuğum biçiminde yorumlayabileceğinin farkına vardım. Bu doğruydu: Bende uyandırdığı duygulardan korkuyordum, ancak bunun sevgiyle hiçbir ilgisi yoktu, sadece söyleyebildiklerimi söylemiştim, tıpkı karanlıkta, bir bataklıkta, kişinin bir sonraki adımın kendisini derin sulara gömmemesi için adımını dikkatli bir şekilde atması gibi… Ben de sözcüklerle yolumu arıyordum, nefesimle ne söyleyebileceğimi — ve ne söylememem gerektiğini — sınıyordum.
Ama o bunu bilemezdi. Nefesimiz kesilmiş bir biçimde, tutkuya benzer bir heyecanla, çaresizce ayrıldık; çünkü bu, bizim mahvımızın başlangıcıydı. Ama ben, bütün zarafetini ve tatlığımla, onun kaderi olduğumu, bunun kaçınılmaz bir mahvoluş anlamına gelen korkunç bir kader olduğunu anladım.
Faytonun içi boştu — faytoncunun giysisinin koluna dikilmiş olması gereken kuşağı aradım, ama orada değildi. Faytonun pencereleri de yoktu — acaba siyah camla mı kaplıydılar? İçerisi zifirî karanlıktı, sanki geceden değil de yokluğun kendisinden gelen bir karanlıktı bu. Bu ışığın yokluğu değil, boşluktu. Uzun tüylü kadifeyle kaplı duvarlarda elimi gezdirdim, ama ne bir pencere çerçevesi ne de bir kapı kolu buldum. Önüm, üstüm, her yanım o yumuşak, doldurulmuş yüzeylerle kaplıydı, tavan şaşılacak biçimde alçaktı, sanki bir faytonun içinde değildim de, yan yatmış bir sandığın içine kapatılmıştım, ne atların ayak seslerini ne de dönen tekerleklerin bildik gürültüsünü duyuyordum. Karanlık, sessizlik, hiçlik. Sonra kendime döndüm, kendim, o zamana dek olup biten her şeyden daha karanlık ve daha meşum bir muammaydı benim için. Her şeyi hatırlıyordum. Bunun bu şekilde olması gerektiğini düşünüyorum, durumu başka bir şekilde düzenlemek imkânsız olurdu, bu nedenle, cinsiyetsiz ve tamamen yabancı olarak uyandığım o ilk uyanışı anımsadım, bu sanki kötü bir metamorfoz rüyasını hatırlamak gibiydi. Salonun kapısında, şimdiki gerçekliğe uyanışımı hatırladım, o oymalı kapıların hafifçe gıcırdayarak açılışını, hizmet etme gayretiyle kibar bir kuklaya benzeyen balmumundan yapılmış yaşayan bir cesedi andıran — hizmetkârın yüzündeki maskeyi bile hatırlıyordum. Bunların hepsi kafamda ahenkli bir bütün oluşturuyordu ve hâlâ kapıların ne olduğunu, bir balonun ne olduğunu ve ben olduğum bu şeyin ne olduğunu bilmediğim zamana dönebiliyordum. Özellikle de, daha o zamandan yarısı sözcüklerde toplanan, kişisel olmayan ve nötr haldeki ilk düşüncelerimi hatırlıyordum — bu, tüylerimi diken diken etti, sapkınca bir gizem vardı bunda. Ben olan şey ayakta duruyordu, o olan ben görmüştü, içeri girmişti — bunlar, salonun açık kapısından dışarıya taşan aydınlığın göz bebeklerime çarpmasından önce kullandığım kalıplardı — her şeyin nedeni o parlaklık olmalıydı, başka ne olabilirdi ki? — o parlaklık içimdeki sürgüleri, çengelleri açıp bütün varlığımı ani bir ziyaretin acısıyla, sözlerin insancıllığıyla, zarif hareketlerle, kadınlığın büyüleyiciliğiyle ve yüzlerin anısıyla doldurmuştu, bu yüzler arasında en belirgini — Kral’ın asık yüzü değil o adamın yüzüydü. Bunu bana kimse hiçbir zaman açıklayamayacak olsa da, Kral’ın önünde yanlışlıkla durduğumu çok kesin olarak biliyordum — bu bir hataydı, beni bekleyen kader ile o kaderin aracı arasındaki bir karışıklıktı. Bir hataydı — ama hataya meydan veren bir kader, nasıl bir kaderdi? Gerçek bir kader değildi. O halde hâlâ kendimi kurtarma olasılığım olabilir miydi?
Şimdi kusursuz bir soyutlanmıştık içindeydim, beni korkutmuyordu bu, tersine bu durumu rahat buluyordum, çünkü bu yalnızlıkla düşünebilir, yoğunlaşabilirdim; şimdi, tıpkı eski bir odadaki tanıdık eşyalar gibi kolaylıkla erişebileceğim, sıkı bir düzene oturmuş anılarımı araştırarak kendimi tanımayı istediğimde ve sorular sorduğumda, o gece olup biten her şeyi gördüm — ama her şey ancak sarayın salonunun eşiğine kadar açık ve netti. Ondan öncesi — evet, kesinlikle. Neredeydim — neredeydi?! — ondan önce? Nereden gelmiştim? Çok kesin ve basit bir düşünce, bana pek de iyi olmadığımı, tıpkı inanılmaz maceralarla dolu egzotik bir seyahatten dönmüş biri gibi, bir hastalığı atlatmakla olduğumu söyledi. Kitaplara ve aşk romanlarına meraklı, hayalperest ve ilginç alışkanlıkları olan, bu vahşi dünya için fazlasıyla hassas, genç ve çok zarif bir genç bayan olarak türlü sanrılardan mustarip biri olduğumu söyledi bana, belki de bir isteri krizi anında o metal cehennemlerden geçtiğimi görmüştüm, kuşkusuz o sırada üzeri gölgelikli, dantelli çarşaflar serili bir yatağın üzerinde yatmaktaydım, evet, belki de o varlığa geliş sanrıları bile beni yakan ateşin bir ürünüydü, odayı, uyandığımda korkmamamı ve üzerime eğilen şekillerde sevenlerimi tanımamı sağlayacak kadar aydınlatan mumun ışığında gördüğüm sanrılar. Ne kadar hoş bir yalan! Sanrılar görüyordum, öyle değil mi? Ve bunlar biricik belleğimin berrak ırmağına gömülerek ikiye bölünmüşlerdi. Bölünmüş bir bellek…? Çünkü o soruyla birlikte, içimde yanıtları vermek üzere hazır bekleyen bir koro duydum: Mürebbiye, Tleniks, Angelita. Bu neydi peki? Bütün bu sözcükler bende hazır bulunuyordu, bana verilmişlerdi ve her biriyle birlikte onlara uygun görüntüler gelmişti; ah, bir de onları birbirine bağlayan zincirler olsaydı! Ama onların birlikteliği, bir ağacın dağınık köklerinin birlikteliği gibiydi; zorunluluk gereği tek, doğası gereği biricik olan ben, bir zamanlar, küçük suların bir nehrin akıntısına karışıp birleşmeleri gibi birleşen dalların çoğulluğu olabilir miydim? Ama kendi kendime, böyle bir şeyin imkânsız olduğunu söyledim, imkânsız. Bundan emindim. Bu bölünmüş haliyle hayatıma baktım: Salonun eşiğine kadar farklı iplerden dokunmuş gibi görünüyordu, ama eşikten sonrası tekti. Hayatımın ilk kesitine ait manzaralar birbirine koşut olarak akıyor, birbirlerini yalanlıyorlardı. Mürebbiye: Bir kule, karanlık granit kayalar, bir asma köprü, geceleyin gelen haykırışlar, bakır bir kaptaki kan, kasapları andıran şövalyeler, baltalı kargıların paslı başları, puslu, buğulu pervazla yatağın oymalı başlığı arasındaki yarı kör bir aynada yansıyan küçük soluk yüzüm — gelmiş olduğum yer burası mıydı?
Читать дальшеИнтервал:
Закладка:
Похожие книги на «Maske»
Представляем Вашему вниманию похожие книги на «Maske» списком для выбора. Мы отобрали схожую по названию и смыслу литературу в надежде предоставить читателям больше вариантов отыскать новые, интересные, ещё непрочитанные произведения.
Обсуждение, отзывы о книге «Maske» и просто собственные мнения читателей. Оставьте ваши комментарии, напишите, что Вы думаете о произведении, его смысле или главных героях. Укажите что конкретно понравилось, а что нет, и почему Вы так считаете.