Bölük.”
“Aday Sim! Konuşma bitmiştir!” Guy haykırıyordu. “Hemen takıma katılın!” Maxim ileri atıldığı sırada, Guy onu silahının namlusundan yakaladı ve “Lütfen, Mac, hatırla. Diğerleri gibi!
Farklılık yok! Yüzbaşı bugün seni bizzat gözleyecek!” Üç dakika içinde bölük düzenli bir haldeydi. Hava kararmış, projektör ışıkları talim alanı üzerinde gidip geliyordu. Bölüğün arkasında, kamyon motorları hafifçe guruldamaya başlamıştı.
Tugay Komutanı, Yüzbaşı Chachu’yla beraber bölüğü sessizce tekrar gözden geçirmiş, her lejyoneri tek tek kontrol etmişti. Bu her operasyon öncesi yapılan bir prosedürdü.
Komutan sakindi, gözlerini kısmış, dudakları kenarlarından hafifçe yükselmişti. Daha sonra, tek bir kelime etmeden, yüzbaşıya başıyla işaret verdi ve gitti. Yüzbaşı paytak paytak yürüyerek ve sakat elini sallayarak, bölükten önce komutana eşlik etti ve esmer yüzünü lejyonerlere çevirdi.
“Lejyonerler” Öyle bir tonda haykırdı ki Guy titremeden kendini alamadı. “Yapacak bir işiniz var. Bunu iyi yapın.
Bölük, dikkat! Araçlarınıza! — Onbaşı Gaal, önler ve ortalar sizin!” Guy, yüzbaşının yanına gittiğinde dikkat kesildi, yüzbaşı hafifçe ona “Birliğinin özel bir görevi var. Oraya vardığınızda aracınızda kalın. Ben, birliğinin komutasını üstleneceğim.” dedi.
Şok emiciler korkunç bir haldeydi, sefil parke taşları üzerindeki yolculuksa biraz sarsıntılı geçmişti. Maxim, hafif makinalı tüfeğini bacaklarının arasına sıkıştırmış, merak içinde Guy’ın kemerini tutuyor, kendisi hakkında neden bu kadar endişeli olduğunu, onu neden bu kadar adamakıllı incelediğini düşünüyordu. Bu bir onbaşı için yakışıksız bir davranıştı. Yüzbaşı’yla konuşmasından sonra Guy’ı bir şey çok rahatsız etmişti. Bu yüzden de emirler doğrultusunda Guy’ın yanında olmak ve gerektiğinden ona yardım etmek düşüncesi Maxim’i rahatlatıyordu.
Araçlar Merkez Tiyatrosu’nu geçti, kötü kokular yayan Impérial Kanalı boyunca ilerledi ve Boot Sokağı’na girdi. Uzun ve işlek anayol bu saatlerde bomboştu. Araç bir kenar mahallenin dolambaçlı yollarında zigzag çizdi. Maxim, daha önce hiç böyle bir yer görmemişti. Yakın bir zamanda, bazı bölümlerini gezdiği şehri kısmen tanıyordu. Geçir-diği kırk ya da daha fazla gün içinde birçok şey öğrenmiş ve ne kadar zor bir durumda olduğunu anlamıştı. Bundan daha rahatsız ve daha inanılmaz durumlarla karşılaşacağı açıktı.
Guy ona ısrarla nereden geldiğini sorarken, o hâlâ alfabeyi çözmeye çalışıyordu. Ona çizimlerini göstermenin bir faydası olmayacağını anlamıştı. Guy bunları garip bir gülümsemeyle almış ve aynı soruyu tekrarlamıştı: “Nerelisin?” Bu durumdan rahatsız olan Maxim, kalemiyle tavanı işaret ederek “Gökyüzünden” demişti. Guy’ın bunun doğal bir açıklama olduğunu kabul etmesi Maxim’i çok şaşırtmış, bu sırada Guy, Maxim’in kendi sistemlerindeki gezegen isimleri zannettiği bazı kelimeleri ardı ardına sıralamıştı. Bununla kalmamış, bir harita açmış ve Maxim bunların gezegen isimleri olmayıp gezegenin öteki yarısındaki ülke isimleri olduğunu görmüştü.
Omuz silkerek olumsuz tavrını sergileyen Maxim haritayı incelemeye koyulmuştu. Konuşmaları da o sırada geçici olarak sona ermişti.
Birkaç gün sonra bir gece, Maxim ve Rada televizyon seyrederken çok ilginç bir şey olmuştu. Televizyonda başı ya da sonu olmayan bir filme benzeyen garip bir şey göste-riliyordu. Herhangi bir olay dizisi yoktu, sadece ekranda hiç bitmeyecekmiş gibi aktörler belirip duruyordu. Bunlar, insan gözüyle, daha çok vahşi davranışlı garip kişilerdi. Rada ilgiyle izliyor, çığlık atıyor, kimi zaman da Maxim’in yakasına sarılıyordu. Hatta iki kere ağladı bile. Maxim, kısa- sürede sıkılmış, tam uykuya dalacakken karanlık bir müzikle birlikte ona çok tanıdık gelen bir şey ekranda parıldamıştı. Gözlerini ovuşturdu. Orada, ekrandaki Pandora’ydı. Suratsız bir takhorg ağaçlara çarparak ormana doğru sürükleniyordu. Aniden Peter kollarında tuzak olarak kullanılan bir kuşla son derece meşgul ve dalgın geri çekiliyor, bir dala takılıp, bataklığa doğru hızla koşuyordu. Maxim’i kendi mentogramıyla karşılaşmak çok şaşırtmıştı. Daha sonra diğeri ve bir diğeri arka arkaya gelmişti. Hiçbirinde bir anlatım ve arka plan müziği yoktu.
Pandora, ekranı tozlu örümcekağıyla kaplı tavanda sürünen bir deri bir kemik kör bir adama kalkan gibi tutarak gözden kayboluyordu. “Bu da nedir?” Maxim ekranı işaret ediyordu.
Rada “Bir TV programı, ilginçtir, izle” diye sözünü kesti.
Bu, Maxim’e hiçbir şey ifade etmemişti. O an bunların uzaydan gelen diğer ziyaretçilerin mentogramları olabileceğini düşündü. Fakat hemen bu düşüncesinden vazgeçti. Televizyonda çizilen dünyalar çok korkunç ve tekdüzeydiler: Havasız küçük odalar; upuzun ve mobilyayla dolu koridorlar; derken aniden bitiveren dev dikenler; içine girilemez merdiven boşluğunda dönen sarmal merdivenler; demir parmaklıkla kapalı pencereleriyle bodrum katlarında, sürünen, hareketsiz, acı içinde kıvranan ve parmaklıkların arasından sarkan insan vücutları… Tüm bu görüntüler gerçek kelimelerden çok, garip çığlıklara yakındı. Buna karşın Maxim’in mentogramları gerçeklikle parıldıyordu.
Benzer programlar neredeyse her gün tekrarlanıyor ve bunlara “Sihirli Yolculuk” adı veriliyordu. Fakat Maxim ne yapmak istediklerini hiç anlamamıştı. Guy ve Rada’ya bu programlar hakkında soru sorduğunda onlar omuz silkiyor ve şaşkınlık içinde “Bu bir televizyon programı. İlginç olması için böyle yapılıyor. Bu ‘Sihirli Yolculuk.’ Bir peri masalı. İzle!
Bazen komik, bazense ürkütücü,” diye cevaplıyorlardı. Maxim Profesör Hippo’nun araştırmalarının gerçekten ziyaretçilerle iletişim kurmak için yapıldığı konusunda şüphelenmeye başladı.
On gün kadar sonra sezgileriyle vardığı bu sonuç dolaylı yolla ispatlandı. Guy, “Subay Adayları Okulu Bağımsız Çalışma Programı” giriş sınavlarını kazanmış, şimdi matematik ve mekanik dersleri için kafa patlatıyordu. Temel balistik çalışmalarında kullandıkları diyagramlar, Maxim’i çok şaşırtmıştı. Bir şeyler öğrenebilmek için Guy’ın başının etini yemişti. Başta Guy onun ne demek istediğini anlamamış, sonra onu küçümsercesine gülümseyerek, gezegenlerinin kosmografisini anlatmıştı. Üzerinde yaşam olan bu gezegen ne bir küre ne de bir geoiddi. Aslında burası bir gezegen bile değil bir adaydı.
Guy’a göre, üzerinde yaşama olanağı bulunan bu ada bir “Dünya”ydı, evrendeki tek dünya. Burada yaşayanların ayakları altında yerkürenin katı yüzeyi, hemen üzerlerinde ise sınırlı hacimde gazdan bir küre uzanıyordu fakat bu kürenin bileşimi bilinmiyordu. Bir teoriye göre gazın yoğunluğu, merkezdeki gaz baloncuklarına doğru yükseliyordu. Bazı gizemli süreçler “Dünya Işığı” denen merkezin şiddetinde periyodik bazı değişikler üretiyor, bu da gündüz ve gecenin oluşmasını sağlıyordu. Dünya Işığı’ndaki bu kısa süreli değişikliklerin yanısıra uzun süreli değişimler de mevsimlere bağlı ısı dalgalanmalarını ve mevsimlerin oluşmasını ayarlıyordu. Yerçekimi etkisi, yerküre merkezinden yüzeyine doğru dikeydi. Kısaca, yaşanabilir ada muazzam bir kabarcığın iç yüzeyine oturmuştu ve evrenin diğer kısmı sonsuz bir semayla kaplıydı.
Maxim, çok şaşırmış bir halde Guy’la tartışmaya başladı, kısa sürede aynı dilden konuşmadıklarının apaçık ortada olduğunu anladı. Birbirlerini anlamaları, sıkı bir Kopernikçi’nin Ptolemy’nin bir takipçisini anlamasından daha zordu. Maxim, gezegen atmosferinin alışılmışın dışındaki özelliklerinin bu konuya anahtar olacağına inanıyordu. İlk olarak, alışılmadık yükseklikteki kırılma göstergeleri ufuk çizgisini daha yukarı kaldırmıştı. Bunun yanında burada yaşayanların gezegenleri hakkındaki garip kuramlarını da unutamıyordu. Onlara göre bu gezegen ne yatay ne de dış bükeydi, aksine iç bükeydi.
Читать дальше