Theon arkadaşının aklından geçen soruyu okumuş gibi yanıtladı:
— Bir zamanlar, çok, çok uzun bir zaman önce Lys’in tümü meskûndu. Şimdiyse büyük kısmında sadece hayvanlar yaşıyor.
Gerçekten de bu toprakların üzerinde İnsanoğlunun varlığını gösteren izlerin hiçbiri, bir tek sürülmüş tarla, bir tek gem vurulmuş nehir yoktu.
Bir zamanlar burada İnsanoğlunun yaşamış olduğunu gösteren tek şey millerce ileride, ormanın iyice içerlerinde, ormandan sivri, kırık bir diş kökü gibi yükselen beyaz, münzevi bir yıkıntıydı. Bu yıkıntının dışındaki her yerse balta girmemiş ormandı.
ALVİN uyandığında geceydi. Dağlık yerlerin bıçak kesmez, zifiri karanlık gecesi. Uykusunu bir şey kaçırmıştı. Çağlayanın boğuk uğultusunun üzerinden sürünüp beynine sızan bir şey, bir fısıltı. Doğrulup nefesini tutarak çağlayanın boğuk sesiyle yaprakların, çevresini sardıklarını bildiği ama göremediği ağaçların yapraklarının hışırtısını dinlemeye koyuldu.
Yıldızlar çok sönüktü. Dağlar, zifiri geceden de karanlık dağlar, yıldızların mum gibi ölgün ışığını da engellediklerinden, gözlerini ne kadar zorlarsa zorlasın yine de burnunun ucunu bile görememekteydi. Theon’un da doğrulduğunu, oturduğunu, fısıldadığını duydu:
— Ne var?
— Bir ses duydum gibi geldi.
— Nasıl bir ses?
— Bilmiyorum. Belki de duymadım. Belki de bana öyle geldi.
Bir süre hiç konuşmadan durup karanlıkları delmeye çalıştılar. Sonra Theon birdenbire Alvin’in kolunu tutup fısıldadı:
— Bak!
Uzakta, güneyde, göğün alt kısmında, bir yıldız bulunamayacak kadar alt tarafında bir ışık noktası, tek bir ışık noktası parıldamaktaydı. Hafifçe mora çalan bu bembeyaz ışığın pırıltısı gitgide artıp sonunda öyle bir noktaya ulaştı ki artık bu ışığa bakamaz olup gözlerini yumdular. Tam o anda da ışık infilak edip milyarlarca parçaya ayrıldı. Bir şimşek gibi çakıp bir hançer gibi Yer Yuvarlağının böğrüne saplandı ve önlerinde uzanan topraklan, dağları bir an için bir resim gibi bakırın üzerine kezzapla oyulmuş kızıl bir resim gibi aydınlatıp tekrar karanlığa gömüldü. Bunun, arkasından da, kulakları sağır eden bir patlama sesi duyuldu. Bu sesin estirdiği ani rüzgâr altlarında uzanan ormanı bir baştan bir başa sarstı, bazı ağaçları da devirdi. İnfilakın yerlerinden uğratmış olduğu yıldızlar da ancak bu kasırga kesilince, ancak o zaman, bir bir, yavaş yavaş eski yerlerine tırmanıp eski yerlerini aldılar.
Eski insanların bilinmeyene karşı duyduğu korkuyu, o lanetli korkuyu Alvin ilk defa için tanımaktaydı. Bu öylesine garip, sarsıcı bir duyguydu ki, bu duyguya bir süre için bir isim bile veremedi ve bu duygunun ne olduğunu anlayıp isimlendirdiği anda da korkusu tamamen kaybolup fısıldadı:
— O ışık neydi?
Sessizlik öylesine uzadı ki Theon’un sorusunu duymadığını sanıp yineledi.
— Hatırlamaya çalışıyorum.
Bir süre durduktan sonra kaldığı yerden devam etti:
— Shalmirane olmalı!
— Shalmirane mi? Shalmirane hâlâ ayakta mı?
— Hemen hemen unutmuştum ama şimdi yavaş yavaş hatırlamaya başlıyorum. Annem bir zamanlar kalenin bu dağlarda olduğunu söylemişti. Tabii kale asırlardan beri yıkıntı halinde ama boş olmadığı, kalede hâlâ birisinin yaşadığı sanılıyor.
Shalmirane. Tarihleriyle uygarlıkları arasında öylesine büyük bir uçurum uzanan bu iki genç, ayrı ayrı ırklardan gelen bu iki genç için bu kuşkusuz büyülü bir isimdi. Yer Yuvarlağının uzun tarihinde Shalmirane’ın tüm evreni fethetmiş bir istilacıya karşı vermiş olduğu kahramanca savunma savaşından daha büyük bir destan yoktu.
Karanlıkta yine Theon’un sesi duyuldu:
— Güneyde yaşayan halk bizi bu konuda daha fazla aydınlatabilir. Geri dönerken sorarız.
Alvin Theon’u duymadı bile. Derin düşüncelere dalmıştı. Rorden’in ona uzun zaman önce anlatmış olduğu öyküleri hatırlıyordu. Shalmirane savaşı yazılı tarihin başlangıcında yer alıyordu. İnsanoğlunun fetihleriyle dolu efsanevi asırları noktalayıp uzun çöküşünün başlangıcını vurguluyordu. Alvin’e yıllardan beri rahat yüzü göstermeyen, bir kurt gibi içten içe kemiren soruların yanıtları eğer başka bir yerde değil de Yer Yuvarlağında ise, bu yanıtlar ancak ve ancak Shalmirane’daydı. Ama Shalmirane uzakta, çok uzakta, taa güneydeki dağlardaydı.
Aklından geçenleri okuyup sakin bir tavırla konuşmaya başladığına bakılırsa annesinin yeteneklerinden bir kısmı Theon’da da olmalıydı.
— Eğer şafak sökerken yola çıkarsak gece çökerken kaleye varabiliriz. Gerçi kaleye daha önce hiç gitmedim ama yine de yolu bulabileceğimi sanıyorum.
Alvin kararsızdı. Yorgundu. Ayakları ağrıyor, baldırlarıyla kalçalarındaki kaslar alışık olmadıkları çabadan ötürü sızım sızım sızlıyorlardı ve bu sızılarla ağrılar kaleye gidişi erteleme, başka bir zamana bırakma fikrini çok çekici bir hale sokuyordu. Ama buna karşın bir daha hiç bir zaman başka bir zaman bulunmayabilir, bir daha hiçbir zaman böyle bir fırsatla karşılaşmayabilirdi. Ayrıca bu actinic (ışınların kimyasal etkisine ait) infilakın bir yardım çağrısı olması olasılığı da vardı.
İnceden inceye düşündükten sonra kararını verdi. Tarihi bir dönüm noktası gelip geçmiş, İnsanoğlu yeni, bilinmeyen bir geleceğe doğru yol almaya başlamıştı ama aslında değişen bir şey yoktu. Kısa, çok kısa bir aradan sonra dağlar uyuyan toprağa bir kez daha gözcülük etmeye başlamış, yıldızlar bir kez daha yerlerini almıştı.
Ormanın kenarına vardıklarında güneş, Lys’in doğu duvarı üzerinde henüz yükselmekteydi. Burada doğa ilk halini almış, ormana dönüşmüştü. Güneş ışıklarının sızmasını önleyip cengelin örtüsünü koyu, derin gölgelere boğan muazzam ağaçların arasında Theon bile yolunu kaybetmiş, ne yapacağını bilemez gibi görünmekteydi. Bereket nehir çağlayanın döküldüğü yerden güneye doğru tümüyle doğal olamayacak kadar düz bir çizgi halinde akmaktaydı ve nehiri takip ederek ilerlemek suretiyle ormanın en sık, en balta girmemiş kısmından geçmek zorunda kalmamaktaydılar. Theon vaktinin büyük bir kısmım zaman zaman ormanın derinliklerinde kaybolan, ya da nehrin üzerinde suları yalarcasına uçan Krifti gözden kaybetmemeye çalışmakla geçirmekteydi. Kendisi için her şey hâlâ o kadar yeni olan Alvin bile ormanda bir cazibe bulunduğunu hissediyordu. Bu çok azı birbirine benzeyen ağaçların çoğu değişik çürüme evrelerindeydi. Bazıları da hemen hemen ilk, eski hallerine dönmüşlerdi. Çoğunun doğum yerinin Yer Yuvarlağı, hatta belki de güneş sistemi bile olmadığı açıktı. Daha küçük ağaçların üzerinde üçyüz, dörtyüz metre yüksekliğinde muazzam sequoislara bir zamanlar Yer Yuvarlağının üzerindeki en yaşlı şey denilmişti ve bu sequoisler İnsanoğlundan hâlâ biraz daha yaşlıydı.
Nehir genişlemeye, üzerlerinde küçük adalar bulunan göllere dökülmeye başlamıştı. Bu göllerde suyun üzerinde amaçsız şuraya buraya gidip gelen kanatlı, parlak renkli böcekler vardı. Bu göllerden birinde Krift, Theon’un bağırmalarına rağmen ok gibi ileri atılıp bu uzak akrabalarının yanına gitti ve gider gitmez de ışıl ışıl, pırıl pırıl bir kanatlar bulutunun ortasında, yaydığı kızgın vızıltılar iki gence kadar ulaşan bir kanatlar bulutunun ortasında kayboldu. Bu kanatlar bulutu bir süre sonra birden patlayıp birden dağılınca Krift, iyi bir ders almış gibi can havliyle hemen hemen gözün izleyemeyeceği kadar büyük bir süratle geri dönüp bir daha da Theon’un burnunun dibinden ayrılmadı.
Читать дальше