ARTHUR C. CLARKE
KARA GÜNEŞ
BAŞKAN YAYINLARI
Yazan: Arthur C. Clarke
Çeviren: Mustafa Şarman
“Against the Fail of Night”
Ali Rıza Başkan Güzel Sanatlar Matbaası’nda dizilmiş ve basılmıştır. Her hakkı mahfuzdur. Başkan Yayınları A. Ş. İstanbul — 1984
KENTİN sesi hiç kesilmezdi. Kentin çıkardığı, şimdi değişmekte olan sesi dünya dursa bile kesilmezdi. Salise salise, saniye saniye, dakika dakika, saat saat, gün gün, gece gece süregelmiş; asırlar, çağlar boyunca bir salise bile kesilmeyip sonunda zamanın kendisiyle bütünleşmişti. Bu ses, binlerce insanın gözlerini ilk açtığı andan son defa için kapadığı ana dek aralıksız duyduğu bu ses, kentin bir parçası olmaktan da öte ta kendisi; nabzıydı. Ve bu ses kesildiği zaman, Diaspar’ın kalbi tamamen duracak, geniş bulvarları tamamen çölün kumlarıyla örtülüp bunların altında can verecekti…
Buraya; toprağın yarım mil üstüne çöken ani sessizlik, Convar’ın balkona çıkıp dışarıya bakmasına yol açtı. Çok aşağısındaki büyük yapıların arasındaki yürüyen yollar hâlâ işliyordu ama bu yolların üstü sessiz; çıtı bile çıkmayan kalabalıklarla dolup taşmaktaydı. Bir şey kentin uyuşuk halkının evlerinden dışarıya uğramasına neden olmuştu ve kent halkı şimdi rengarenk madeni kayalıklar, yarlar arasından ağır ağır ileriye doğru sürüklenmekteydi. Convar daha dikkatle bakınca, istisnasız bütün yüzlerin gökyüzüne çevrilmiş olduğunu gördü.
Bir an için tüm varlığını bir korku dalgası kapladı. Aradan geçen bunca asırdan sonra istilâcıların yeniden Yer Yuvarlağına gelmiş olmaları olasılığının yol açtığı bir korku dalgasıydı bu. Sonra başım kaldırıp gökyüzüne baktı ve bir daha görebileceğini hiç, ama hiç sanmadığı bir harikayla yeniden karşılaşınca da bunun uyandırdığı hayranlığın vecdine kapılarak içeri girip küçük yaştaki oğlunu çağırmadan önce bir süre gökyüzündeki bu halkayı izledi.
Gördükleri karşısmda küçük Alvin önce korkuya kapıldı. Kentin yüksek kuleleri de, yarım mil aşağısındaki, durduğu yerden bakıldığında noktalan andıran kalabalıklar da dünyasına aitti, öz dünyasının parçalarıydı ama gökyüzündeki nesnenin bu dünyayla en ufak bir ilgisi bile yoktu. Bu nesne, her neyse; kentteki tüm yapılardan daha büyüktü ve öylesine göz kamaştıran bir beyazlıktaydı ki gözleri yakıyor, körleştiriyordu. Katı bir maddeden yapılmış gibi görünmesine rağmen çevresinde kaldırdığı fırtınanın rüzgârları dış çizgilerini durmadan değiştirmekte; şekilden şekile sokmaktaydı.
Alvin, Yer Yuvarlağı göğünün bir zamanlar yabancı şekillerle dolup taşmış olduğunu biliyordu. Uzaydan bilinmeyen hâzinelerle dolu büyük gemilerin gelip gelip Diaspar havaalanına inmiş olduğunu da biliyordu. Ama bunlar yarım milyon yıl önce olup bitmiş ve hava alanı da tarihin başlangıcından önce yürüyen kumların altına gömülmüştü.
Convar’ın sesi hüzünlüydü.
— Bak, doyasıya bak Alvin ve unutma, hiç unutma. Yer Yuvarlağının göğü bir zamanlar bulutlarla kaplıydı, bulutlardan görünmemekteydi ama bu benim tüm yaşamım boyunca gördüğüm ikinci bulut ve bu bulut senin de yaşamın boyunca görüp göreceğin ilk ve son bulut olabilir çünkü…
Son bulutun da suyunun çöllerin, sonsuz çöllerin boğucu havası tarafından sünger gibi emilişini, son bulutun da gölgesinin sonsuz çöllerin kavrulan kumlan tarafından yutuluşunu, yavaş yavaş sindirilişini sessizce, Diaspar’ın bulvarlarıyla kulelerini dolduran binlerce insanla beraber sessizce, çıt bile çıkarmadan izlediler.
DERS bitmişti. Hypnone’un uyutucu sesi birdenbire tiz bir perdeye yükselip neler yapması gerektiğini emredici tiz ses tonuyla üç defa tekrarladıktan sonra yine birdenbire kesildi. Sonra makine hayal meyal bir şekil alıp gözden kayboldu, ama aklı gerçekle karşılaşmak için asırların gerisine gitmiş olan Alvin oturmaya, boş gözlerle önüne bakmaya devam etti.
Sessizliği önce Jeserac bozdu. Sesi tasalı, biraz da kararsızdı.
— Alvin, bunlar dünyadaki tek kayıtlar. Yer Yuvarlağını istilâcıların gelişinden önceki şekliyle gösteren en eski kayıtlar ve bu kayıtları şimdiye dek çok az kimsenin görmüş olduğuna da hiç kuşku yok.
Genç, ağır ağır özel öğretmenine doğru döndü. Gözlerinde yaşlı adamı tasalandıran bir şey vardı ve yaptığından bir kere daha pişmanlık duyan Jeserac bu sefer sanki vicdanının sesini susturmak istiyormuş gibi süratle konuşmaya başladı:
— Geçmiş çağlardan hiçbir zaman söz etmediğimizi ve sana bu kayıtlan sadece ve sadece görmeyi çok istediğin için gösterdiğimi biliyorsun. Bu kayıtların aklını karıştırıp alt üst etmesine müsaade etme. Mutlu olduğumuz sürece dünyanın tamamı değil de sadece bir kısmı üzerinde yaşamımızın bir önemi var mı? Kayıtlarda görmüş olduğun insanlar gerçi daha büyük bir dünyada yaşamaktaydılar ama yine de bizim kadar mutlu değildiler.
Alvin bunun doğru olup olmadığını sordu kendi kendine. Aklı bir kere daha çöle, Diaspar’ın çevresindeki çemberini gitgide daraltıp onu gitgide çöl ortasında bir adaya çeviren sahraya gittikten sonra yeniden Yer Yuvarlağının bir zamanlar nasıl bir dünya olmuş olduğuna kaydı. Kıtalardan daha büyük masmavi suları, engin denizleri, okyanusları; dalgalan, altın gibi parıldayan sahilleri döven sonsuz okyanusları gördü. Kulakları bir kere daha bir milyon yıldan beri duyulmaz olmuş bir sesle çınlayıp bir kere daha dalgaların kayaları döven, sahillerde patlayan uğultusuyla doldu. Sonra da ormanlarla çayırları ve bir zamanlar dünyayı insanlarla paylaşmış, dünyada insan, oğluyla beraber yaşamış olan sayısız hayvanı anımsadı.
Ama bunlar bir düşten başka bir şey değildi artık. Okyanuslardan tüm geriye kalan da Yer yuvarlağını çepeçevre saran gri tuz çölleriydi. Bir kutuptan öbürüne uzanan tuz, kat kat tuz ve kum çölleriydi ve birgün Diaspan da yutacak olan bu beyabandaki tek aydınlık da Diaspar’ın ışıklarıydı ama bu üzerinden kuş uçmaz kervan geçmez beyabanın çok üstünde yıldızlar hâlâ parlamakta olduğundan, insanoğlunun artık yitirmiş olduğu bu dünya, bu unutulmuş yıldızlann yanında yine de önemsiz, yine de solda sıfır kalmaktaydı.
— Jeserac, bir zamanlar Loranne kulesine gitmiş, orada artık kimse yaşamadığı için de çölü rahat rahat seyredebilmiştim. Karanlıktı. Toprağı göremiyordum. Ama gökyüzü, renk renk ışıklar içindeydi. Bu ışıklar, hiç hareket etmeyen, yerlerinden hiç ayrılmayan bu ışıkları uzun zaman izledim. Bunlar yıldızlar, bu ışıklar da yıldızların ışıklarıydı değil mi?
Jeserac gitgide kaygılanmaya başlamıştı. Alvin’in Loranne kulesine nasıl gidebilip nasıl çıkabilmiş olduğu daha sonra araştırılacak bir konuydu. Şimdi asıl önemli olan gencin ilgi duyduğu şeylerle gitgide daha tehlikeli bir hal almaya başlayan merakıydı. Kısaca yanıtladı:
— Gördüklerin yıldızlardı. Bundan ne çıkar?
— Bir zamanlar yıldızlara gidiyorduk değil mi?
Jeserac uzun bir duraksamadan sonra cevap verdi:
— Dilinin altındakini çıkar.
— Yıldızlara gitmekten niçin vazgeçtik? İstilacılar neredeydi?
Jecerac ayağa kalktı. Yanıtı, yeryüzünden şimdiye dek gelip geçmiş olan tüm öğretmenlerin klasik yanıtıydı:
— Bu günlük bu kadar yeter. İleride, biraz daha büyüdüğünde bu konuda daha fazla şey öğreneceksin. Ama ileride. Şimdi değil. Zaten şimdi bile gereğinden fazla şey biliyorsun.
Читать дальше