Geçit şimdi bir kere daha dik bir açı oluşturuncaya kadar aşağıya doğru inmeye başlamıştı. Döşemenin hareketi hissedilmez bir şekilde ağırlaşıp her iki tarafı da aynalarla kaplı uzun bir koridorun sonunda tamamen durunca Albin, Loranne kulesinin doruğuna çıkmasına artık çok az bir mesafe kalmış olduğunu anladı.
Alvin’in bildiği kadarıyla tüm Diaspar’da bu aynalı hole benzer, bu aynalı hol kadar eşine rastlanmaz, büyüleyici bir şey daha yoktu. Bu holü yaratmış olan sanatçının bir kaprisi sonucunda holdeki aynaların sadece birkaçı görüntüyü olduğu gibi yansıtıyor ve bunlar bile, yansıtma açılarını durmadan değiştiriyorlardı. Geri kalan aynalara gelince onların da bir şey yansıttığına kuşku yoktu ama durmadan değişen ve tamamen hayal ürünü bir çevrede ilerlemek yine de oldukça şaşırtıcıydı. Bu aynalar dünyasında bir süre oyalanan Alvin şimdiye kadar böyle bir şeyle hiç karşılaşmamış olduğu halde eğer bu aynalar dünyasının içinden birdenbire birisi çıkıp da kendisine doğru ilerlese ne yapacağını merak etmekten yine de alamadı kendini.
Birkaç dakika sonra küçük, çıplak, sıcak bir rüzgârın aralıksız estiği bir odadaydı. Bu oda kulenin havalandırma sisteminin bir parçasıydı ve bu sıcak rüzgârda kulenin duvarlarını delen bir dizi geniş ağızdan üfürmekteydi. Bu ağızlardan Diaspar’ın dışındaki dünya da görülebilmekteydi.
Diaspar’ın, kasıtlı olarak, sakinleri dış dünyayı görmeyecek bir tarzda inşa edilmiş olduğunu söylemek belki de
fazla ileri gitmekti ama Alvin’in bildiği kadarıyla çölün kentin başka hiçbir yerinden görülememesi de oldukça garipti. Diaspar’ın en dış kuleleri kentin çevresinde bir duvar oluşturup sırtlarım kentin dışındaki düşman dünyaya çevirmekteydiler. Alvin halkının kendi küçük dünyaları dışındaki herhangi bir şey hakkında konuşmak hususunda gösterdiği tuhaf isteksizlik üzerinde bir kere daha kafa yormaktan kendini alamadı.
Binlerce metre aşağısında, çölün üzerinde güneş batıyordu. Yatay ışınlar küçük odanın doğuya bakan duvarına vururken, Alvin’in gölgesi gitgide büyüyüp tüm duvarı kaplıyor; ürkütücü bir görünüm alıyordu. Alvin bakışlarını bu göz kamaştırıcı ışıktan korumak için kısarak aşağıya, asırlardan beri hiçbir insanın üzerlerinden geçmemiş, çiğnememiş olduğu topraklara baktı.
Görecek fazla bir şey yoktu. Kum tepelerinin uzun gölgeleriyle batıda; uzak batıda, alçak, uzun, kırık kırık, parça parça, ardında güneşin batmakta olduğu dağ silsilesinin dışında görülecek hiçbir şey yoktu. Bu manzarayı milyonlarca insan içinde sadece kendisinin görmüş olması da garipti.
Alaca karanlık olmuyordu. Güneş batar batmaz gece çöküyor, yıldızlar beliriyordu. Yukarıda, Güneyde, Alvin’i daha önce de meraklandırıp uzun uzun düşündürmüş olan garip bir düzen yerleşiyordu. Ortasında tek bir beyaz, dev bir yıldız bulunan renk renk altı yıldızdan oluşan mükemmel bir daire beliriyordu. Oysa bir zamanlar gençliğin tüm şaşaasıyla parlamış olan büyük güneşler şimdi hızla feci sonlarına doğru akıp gitmekteydiler. Gitgide kararmakta oldukları için de gökyüzünde artık bu derece parlak pek az yıldız olması gerekirdi.
Alvin deliğin ağzında uzun bir süre diz çöküp yıldızların bir bir batıya doğru düşüşünü seyretti. Burada, kentin çok üzerindeki donuk, belli belirsiz aydınlıkta beyni normalin çok üstünde bir berraklıkla çalışıyor gibiydi. Bilgi dağarcığında hâlâ muazzam hoşluklar vardı ama Diaspar’ın karşı karşıya bulunduğu sorun yine de yavaş yavaş açıklığa kavuşmaya, kendini açığa vurmaya başlamaktaydı.
İnsan nesli değişmişti ama o, değişmemişti. Alvin’i şimdi kent halkından tamamen ayırıp tamamen bir başına bırakmış olan bitip tükenmez merakı ile sonsuz bilgiye susamışlığı bir zamanlar hepsi paylaşmıştı. Ama sonra bir şey; milyonlar milyonlarca yıl önce bir şey, insanoğlunu baştan aşağıya değiştiren bir şey vuku bulmuş olmalıydı. Bu bilinmeyen şeyin yanıtı acaba istilacılara atıfların içinde, zamanın başlangıcında mı yatmaktaydı?
Dönüş vakti gelmişti. Alvin ayağa kalkarken birdenbire daha önce hiç aklına gelmemiş bir düşünceyle sarsıldı. Hava tüneli hemen hemen yatay ve yaklaşık on, oniki metre uzunluğundaydı. Alvin şimdiye değin hep bu tünelin kulenin dimdik duvarında son bulduğunu düşünmüştü ama bu bir samdan başka bir şey değildi. Şimdi tünelin daha pek çok yönde bitebileceğini anlamaktaydı. Sadece güvenlik nedenleri için bile olsa, deliğin ağzı altında bir tür düz çıkıntı bulunması olasılığı kuşkusuz çok fazlaydı. Bu konuda daha fazla araştırma yapması için şimdi vakit çok geçti ama ertesi gün yine gelecekti.
Jeserac’a yalan söylemesi gerekeceğinden ötürü üzülmekteydi ama yaşlı adam garabetlerini hoş karşılamadığına göre; Alvin’in de ondan gerçeği gizlemesi aslında ona bir lutufta bulunmasından başka bir şey değildi. Alvin ne bulmayı umduğunu sorsalar tam anlamıyla söyleyemezdi. Ayrıca herhangi bir yolla Diaspar’dan ayrılmayı başarabilse bile çok kısa bir süre sonra yine geri dönmek zorunda kalacağım da çok iyi bilmekteydi ama bir macera olasılığına karşı duyduğu okul çocuğu coşkusu yine de her şeyden daha ağır basmaktaydı.
Bunu daha birkaç yıl öncesine kadar yapamayacak olmasına karşın şimdi tünelde rahatça ilerlemekteydi. İnsanoğlu yüksek yerlerden artık hiç korkmadığından, üç bin metrelik dimdik bir düşüş düşüncesi de Alvin’i hiç ürkütmemekteydi. Ama beklediğinin tersine, üçbin metre yerine sadece doksan metre düşüp kulenin karşısında çaprazlamasına sağa ve sola dönen geniş bir terasaya indi.
Kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi çarpan Alvin bu terası da tırmanıp önündeki kaya tabakasının üzerine, açıklığa çıktı. Karşısında uzanan sonsuz çölü artık dar bir delik ağzından değil bu her tarafı açık kaya tabakasının üzerinden seyretmekteydi şimdi. Başının üzerindeki kule hâlâ çok yüksekti. Doruğu hâlâ gökyüzünde kayboluyor çevresinden Kuzey ve Güneye doğru uzanan devasa yapılar da bir devler bulvarı oluşturuyordu. Alvin heyecanla hava tünellerinin ağızları çöle doğru açılan tek yapının Loranne kulesi olmadığım, bu yapıların hava tünellerinin ağızlarının da çöle çıktığım farketti ve bu uçsuz bucaksız manzarayı iyice içine sindirdikten sonra üzerinde durduğu kaya tabakasını incelemeye başladı.
Yaklaşık on metre genişliğindeki kaya tabakası dimdik aşağıya doğru inmekteydi. Uçurumun kenarından korkusuzca aşağıya doğru bakan Alvin çölün en az bir mil aşağıda olduğuna, bu yönden ilerleme umudu bulunmadığına karar verdi.
Terasın öbür ucundan aşağı, görünüşe göre birkaç yüz metre daha aşağıdaki başka bir girintiye inen merdiven basamakları çok daha umut vericiydi. Bu basamaklar doğrudan doğruya yapının sarp yüzeyine oyulmuştu ve Alvin bu basamakların tüm yüzey boyunca devam edip etmediğini sordu kendi kendine. Bu soluk kesici bir olasılıktı ve bu olasılığın uyandırdığı coşkudan ötürü Alvin üç bin metrelik bir inişin doğurabileceği güçlükleri küçümseyip basamaklardan inmeye başladı.
Ama yüz metreden biraz daha fazla indikten sonra birdenbire yekpare gibi görünen bir kaya bloğunun karşısında buldu kendini. Geçecek bir yer yoktu. Yol kasıtlı olarak en ufak bir geçit bile vermeyecek bir şekilde kapatılmıştı.
Alvin bu engelin karşısında sonsuz bir üzüntüye kapıldı. Ama suç sadece ondaydı. Çünkü bir mil yüksekliğindeki bir merdivene tekrar tırmanma olasılığının olmadığını tamamen unutmuştu ve bundan ötürü de eğer aşağıya doğru inişini tamamlayabilmiş olsa bile bu inişin yine de hiçbir yararı olmayacaktı.
Читать дальше