Adam başıyla onayladı. “Evet efendim.”
“Mükemmel. Ardından bütün çarşafları, yastıkları ve yorganı yıkatın. Dikkatlice bütün delilleri yok etmeliyiz. Amerikalıların bu gemiye gelme ihtimalleri düşük olsa da böyle bir durumda bu kızın DNA’sının yakınımda bir yerde olmasını istemiyorum.”
Başıyla onayladı. “Elbette.”
“Çok güzel,” dedi Omar.
Korumasını cesetle birlikte bıraktı ve yatak odasına doğru gitti. Köpük banyosu vakti gelmişti.
10 Haziran
11:15
Queen Anne Bölgesi, Maryland – Chesapeake Körfezinin Doğu Sahili
“Pekala, belki de evi satmalıyız,” dedi Luke.
Sahilde, şu an oldukları yerden yirmi dakika uzaktaki yazlık evlerinden bahsediyordu. Luke ve Becca önlerindeki iki hafta için çok daha geniş ve modern bir ev kiralamışlardı. Luke bu evi daha çok sevmişti, ama burada olmalarının tek nedeni Becca’nın kendi evlerinde olmak istememesiydi.
Luke, Becca’nın çekincesini anlıyordu. Tabii ki. Dört gün önce Becca ve Gunner bu evden kaçırılmışlardı. Luke ise orada değildi ve onları koruyamamıştı. Ölmüş olabilirlerdi. Her şey olabilirdi.
Mutfaktaki büyük ve parlak pencereden dışarı baktı. Gunner kot pantolonu ve tişörtüyle, dokuz yaşındaki çocukların bazen yaptığı gibi hayal dünyasından bir oyun oynuyordu. Birazdan tekneye binip balık avlamaya çıkacaklardı.
Oğlunun görüntüsü onun korku içinde sızlamasına sebep oldu.
Ya öldürülseydi? Ya ikisi birden bir daha bulunmamak üzere kaybolsalardı? Ya bundan iki sene sonra Gunner hayal dünyasında oynayamasaydı? Luke’un kafası karmakarışıktı.
Evet, korkunç bir şeydi. Evet, hiç olmamalıydı. Ama burada söz konusu olan daha büyük olaylar vardı. Luke ve Ed Newsam bir darbe girişimini önlemiş ve demokratik olarak seçilmiş Birleşik Devletler hükümetini, en azından geri kalanlarını idari mevkilerine geri getirmişti. Muhtemelen, Amerikan demokrasisinin ta kendisini kurtarmışlardı.
Bu hoş bir şeydi ama Becca şimdilik bu tür büyük konularla ilgilenmiyordu.
Mavi sabahlığıyla mutfak masasına oturmuş kahvesini yudumluyordu. “Senin için söylemesi kolay. O ev yüz yıldır benim aileme ait.”
Rebecca’nın uzun saçları omuzlarından akıyordu. Mavi gözleri kalın kirpikleriyle çerçevelenmişti. Luke’a göre onun güzel yüzü ince ve yorgun görünüyordu. Bu konuda oldukça rahatsız hissetti. Bütün bu olay Luke’u hasta ediyordu ama her şeyi düzeltebilecek bir şey söylemek aklına gelmiyordu.
Becca’nın yanaklarından bir göz yaşı süzüldü. “Bahçem orada, Luke.”
“Biliyorum.”
“Bahçemde çalışamıyorum çünkü korkuyorum. Kendi evimden korkuyorum, doğduğumdan beri gittiğim bir evden”
Luke bir şey söylemedi.
“Ve Bay ve Bayan Thompson… öldüler. Biliyorsun değil mi? O adamlar öldürdü.” Sertçe Luke’a doğru bakıyordu. Öfkesi gözlerinden okunabiliyordu. Becca’nın Luke’a karşı sinirlenmeye eğilimi vardı, bazen bunlar son derece küçük meseleler oluyordu. Bulaşıkları yıkamayı veya çöpü çıkarmayı unuturdu. O zamanlarda da şimdikine benzer bakışlar atardı. Luke bu bakışların Suçlu Bulundu bakışları olduğunu düşündü. Ve şu an Luke için bu çok fazlaydı.
Zihninde, kısa da olsa komşuları Bay ve Bayan Thompson’ı canlandırdı. Hollywood, yaşlı, iyi komşular arasaydı, onları işe alabilirdi. Luke onları seviyordu, yaşamlarının böyle sona ermesi hiç isteyeceği bir şey değildi. Ama o gün bir çok insan ölmüştü.
“Becca, Thompson’ları ben öldürmedim tamam mı? Öldükleri için üzgünüm, sen ve Gunner, kaçırıldığınız için üzgünüm ve hayatım boyunca üzgün olacağım ve bunu telafi etmek için elimden geleni yaparım. Ama bunu ben yapmadım. Thompson’ları ben öldürmedim. Sizi kaçırması için gelen adamları ben yollamadım. Kafanın içi sanki bunlarla bulanmış gibi ve hayır teşekkür ederim almayayım.”
Bir anlığına sustu. Konuşmayı kesmek için iyi zamandı ama o böyle yapmadı. Kelimeler ağzından boşanıyor gibiydi.
“Tek yaptığım ateş fırtınası ve bombalar arasında işimi yapmaktı. Bütün gece ve gün boyunca beni ve başkanı öldürmeye çalışan birileri oldu. Vuruldum, patlamalar arasında kaldım, arabayla yoldan çıkarak kaza yaptım. Ve Birleşik Devletler Başkanı’nı kesin bir ölümden kurtardım, senin başkanını. Yaptığım buydu.”
Nefesi, sanki kilometrelerce koşmuş gibi hızlanmıştı.
Dediklerinden pişmanlık duydu. Gerçek olan buydu. Yaptığı işin eşine acı veriyor oluşu onu Becca’nın tahmininden çok daha fazla üzüyordu. Tam da bu yüzden geçen sene bu işi bırakmıştı, ama sonra bir gece göreve çağırılmıştı. O gece güne uzamış, hatta uzun ve zor bir geceye daha uzamıştı. Ailesini sonsuza dek kaybettiğini düşündüğü bir gece.
Becca artık ona güvenmiyordu. O da bunu görebiliyordu. Luke’un varlığı Becca’yı korkutuyordu. Olanların nedeni oydu. Pervasız ve aşırı düşkündü, Becca’nın ve biricik oğullarının ölümüne sebep olacaktı.
Yüzünden sessizce göz yaşları süzüldü. Uzun bir dakika geçti aradan.
“ Bunun ne önemi var?” dedi Becca.
“Neyin ne önemi var?”
“Başkanın kim olduğunun ne önemi var? Gunner ve ben ölseydik başkanın kim olduğu umurunda olur muydu?”
“Ama hayattasınız,” dedi. “Ölmediniz. Hayattasınız ve iyisiniz. Arada büyük bir fark var.”
“Tamam,” dedi Becca. “Hayattayız.” Kabul etmek sayılmayacak bir kabul cümlesiydi bu.
“Sana bir şey söylemek istiyorum,” dedi Luke. “Emekliye ayrılıyorum. Artık bu işi yapmayacağım. Önümüzdeki günlerde birkaç toplantıya katılmak durumunda olabilirim ama artık göreve çıkmayacağım. Ben bana düşeni yaptım. Artık bitti.”
Hafifçe başını salladı. Sanki hareket etmek için enerjisi kalmamıştı. “Bunu daha önce de söyledin.”
“Evet. Ama bu sefer ciddiyim.”
*
“Gemi omurgasını her zaman düz tutmaya çalışmalısın.”
“Tamam,” dedi Gunner.
O ve babası balıkçı teknesini takımlarla doldurmuşlardı. Gunner kot pantolon, tişört giymiş ve güneşten korunmak için balıkçı şapkası takmıştı. Bir de havalı göründüğü için babasının verdiği Oakley güneş gözlüklerini takmıştı. Babası da aynı gözlükleri takıyordu.
Tişört güzeldi— 28 Gün Sonra isimli İngilizlerin oynadığı, harika bir zombi filminin tişörtüydü. Tişörtün üzerinde zombiler yoktu, bunu yerine siyah renk üzerine kırmızı biyotehlike işareti vardı. Luke’a göre bu akla uygundu; filmdeki zombiler ölü insanlar değildi. Bir virüs kapmışlardı.
“Şu soğutucuyu diğer alabandaya it bakalım.”
Babası, balığa gittiklerinde hep bu çılgınca kelimeleri kullanırdı. Gunner bunlara bazen gülerdi. “Alabanda!” diye bağırdı. “Hay hay, Kaptan.”
Babası, Gunner’ın soğutucuyu ilk başta koyduğu arka tarafı beğenmedi ve eliyle nereye konulması gerektiğini gösterdi; oturdukları tarafın aksine, teknenin diğer ucuna koyulması gerekiyordu. Gunner da öyle yaptı ve büyük mavi kutuyu oraya itti.
Birbirlerine baktılar. Babası, gözlüklerin arkasından ona komik bir bakış attı. “Nasıl gidiyor evlat?”
Gunner duraksadı. Ailesinin onun için endişelendiğini biliyordu. Gece onun hakkında fısıldayarak konuştuklarını duymuştu. Ama o iyiydi. Gerçekten iyiydi. Korkmuştu, şimdi bile biraz korkuyordu. Hayli ağlamıştı, ama bu çok normaldi. Bazen ağlamak gerekirdi. İçinde tutmak yapılacak şey değildi.
Читать дальше