Ama, her nasılsa, Mühendis fazla şaşırmışa benzemiyordu. “ilginç,” dedi sadece ve yürüdüler.
Gürültünün giderek arttığı bir alana yaklaşıyorlardı. Monoton, ama sağır edici bir gümlemeydi bu; milyonlarca ıslak, ağır deri parçası, gevşek, koca bir davulun üstüne atılıyordu sanki. Sonra ses farklılaştı.
Tavandan aşağı sarkan düzinelerce çomak biçimli, titreyen istalaktitten, siyah cisimler dolu gibi yağıyor, arada bir, keseye benzeyen şişkin, gri zarları yüzünden sağa sola sapıyorlardı. Havadayken süratli kollar tarafından kapılıyor ve tabanda düzgün diziler halinde, yanyana, kusursuzca yerleştirilerek dörtgenleri oluşturuyorlardı. Arada sırada, bir balinanın başı büyüklüğünde bir şey çıkıp uzun bir uğultuyla bu “son ürün,” dizilerini bir seferde yutuyordu.
“İşte depo,” diye açıkladı Mühendis, “Yukarıdan buraya ulaşıyorlar — bu bir taşıyıcı-biriktiriliyorlar ve çevrim için geri gönderiliyorlar.”
“Geri gönderildiklerini nereden biliyorsun?” diye sordu Fizikçi.
“Çünkü depo dolu.”
Hiçbiri anlamamıştı ama bir şey söylemeden yollarına devam ettiler.
Kaptan gitme emrini verdiğinde saat neredeyse dört olmuştu. O sırada, iki bölüme ayrılmış bir ünitedeydiler. İİki, kulplarla donatılmış pütürlü diskler üretiyor, ikincisi ise bu kulpları kesip, yerlerine, oval halkalar takıyordu. Diskler, üzerlerine kulak biçimli kulpları tekrar monte edilmek üzere tabanın altından geçip pürüzsüz bir şekilde “Doktor’un deyimiyle tıraşlı ve temiz-geri dönüyorlardı.
Açıklığa çıktıklarında Güneş hâlâ tepede ve sıcaktı. Çadırı ve çantalarını bıraktıklar yere doğru yürürlerken Mühendis, “Parçalar yavaş yavaş bir bütün oluşturmaya başladı,” dedi.
“Gerçekten mi?” dedi Kimyager, alay eder gibi.
Kaptan, Doktor’a döndü, “Sen buna ne diyorsun?” diye sordu.
“Bir ceset,” dedi Doktor.
“Ne demek, bir ceset?” dedi Kimyager.
“Canlı bir ceset,” diye ekledi Doktor. Sessizlik içinde biraz yürüdüler.
“Birileri bunun ne demek olduğunu açıklar mı acaba?” dedi Kimyager. Kızmaya başlamıştı.
“Çeşitli bölümlerin üretimi için düzenlenmiş bir sistem ve artık denetlenmediği için, zamanla tamamen kullanım dışı kalmış,” diye açıkladı Mühendis sonunda.
“Ne kadar oluyor dersin?”
“İşte onu bilemiyorum.”
“Kaba bir tahminle… birkaç on yıl,” dedi Sibernetikçi. “Belki daha da fazla. İki yüz yıl önce bırakıldığını duysam, şaşmam.”
“Ya da bin yıl,” dedi Kaptan.
“Merkezi yönetim sistemlerinin tümü, belli bir katsayı hızında bozuluyor ve…” diye başlayan Sibernetikçi’nin sözünü Mühendis kesti:
“Sistemleri bizimkilerden farklı çalışıyor olabilir, hatta elektronik bile olmayabilir. Şahsen ben, elektronik olmadığı kanısındayım. Elementler metal değil, yarı sıvı.”
“Bunu boşver,” dedi Doktor. “Sence şansımız nedir? Ben zayıf olduğunu düşünüyorum.”
“Gezegendeki canlılardan mı söz ediyorsun?” diye sordu Kimyager.
“Evet. Söylemek istediğim kesinlikle bu.”
GEMİLERİNİN bulunduğu tepeye ulaştıklarında gece ilerlemişti. Daha hızlı yürüyebilmek ve tabiî, bu arada, korunun herhangi bir sakiniyle karşılaşmamak için, bitkilerin, aradan koca bir saban geçmiş gibi ayrılıp aşağı yukarı yirmi metre genişliğinde bir açıklık oluşturduğu yolu kullandılar. Burada kadifemsi bir liken ve yosun tabakasından başka şey yoktu.
Yorgun ve açtılar. Ellerindeki tek fenerle, çadırlarını geminin yanına kurmaya karar verdiler. Fizikçi çok susadığından gemiye indi; dönüş sırasında su stokları tükenmişti. Gideli epey olmuştu. Ötekiler onun tünelden gelen bağırışlarını duyduklarında çadırı şişiriyorlardı. Koşup onu çıkardılar. Titriyordu. Konuşamayacak kadar sinirliydi.
“Ne oldu böyle? Sakin ol!” diyerek yatıştırmaya çalıştılar. Kaptan yavaşça onu omuzlarından tuttu.
Fizikçi, geminin üzerlerinde yükselen gövdesini gösterdi. “Orada bir… bir şey vardı.”
“Ne vardı?”
“Hiçbir fikrim yok.”
“Orada bir şey olduğunu nereden biliyorsun o halde?”
“Yanlışlıkla kumanda odasına girdim. Ağzına kadar toprakla doluydu orası. Şimdi toprak yok.”
“Yok mu? Nerede peki?”
“Bilmiyorum.”
“Öteki odalara baktın mı?”
“Evet. Ben… önce, kumanda odasını toprakla doldurduğumuzdan emin olamadım ve ilk başta bu düşünceyi kafamdan savdım. Sonra ambara girip içme suyunu buldum ve bardak almak için senin kabinine girmeyi düşündüm”, — Sibernetikçi’ye baktı-“ve orada…”
“Kahretsin! Ne vardı, söylesene?”
“Her şey sümüksü bir maddeyle kaplanmıştı.”
“Sümüksü mü?”
“Yapışkan, şeffaf bir madde. Botlarımda biraz kalmış olmalı!”
“Ama bu, tanklardan sızan bir madde olabilir, kimyasal reaksiyon yani… Laboratuvardaki aletlerin yarısı parçalandı, biliyorsun.”
“Saçmalama! Şu botlarıma bir baksana!”
Doktor’un feneri, botlarının üstünde gezindi. Parıldayan kısımları poliüretanla kaplanmış gibi duruyordu.
“Ama bu, bir ziyaretçimiz olduğu anlamına gelmez,” dedi Kimyager. Bunu söylerken sesi hiç de ikna edici değildi.
“Başta botlarına yapışmadı,” diye devam etti Fizikçi. “Bir fincan alıp ambara geri döndüm. Tabanlarımın saplandığını hissediyordum ama önemsemedim. Suyu içtim ve dönerken aklıma birden yolumun üzerindeki kütüphaneyi kontrol etmek geldi. Neden, bilmiyorum, ama huzursuz olmuştum. Kapıyı açtım ve… ne toprak vardı, ne de izi! Oysa oraya kendi ellerimle yığmıştım. Ve sonra kumanda odasındaki toprağın da yok olduğunu anladım.”
“Ya sonra?” diye sordu Kaptan.
“Buraya koştum.”
Fener, hâlâ soluk soluğa olan Fizikçi’nin ve etrafında toplanmış adamların bulunduğu bölgeyi aydınlatıyordu.
“İçeri mi giriyoruz… ya da… ne yapıyoruz?” diye sordu Kimyager. Bu arada, buna hiç de gönlü olmadığı açıktı.
“Şu botlarına tekrar bakayım,” dedi Kaptan.
Kafasını az daha, aynı anda eğilen Doktor’unkine çarpıyordu. Birbirlerine baktılar. İkisi de hiçbir şey söylemedi.
“Bir şeyler yapmalıyız,” dedi Sibernetikçi, umutsuzca. Kaptan hâlâ dikkatle botların derisine yapışmış parlak tabakayı inceliyordu.
“Bütün bu olanlar, buraya ait hayvan örtüsünden bir örneğin gemiye girdiğini ve ilgisini çekecek bir şey bulamayınca da gittiğini gösteriyor,” dedi sonunda.
“Bir tür solucan belki de, bir ya da hattâ iki köpekbalığı büyüklüğünde,” diye zırvaladı Sibernetikçi. “Ya toprağa ne oldu?”
“Evet, bu çok garip…”
Doktor yürümeye başladı ve uzaklaştı. Fenerinin ışığı, yeri süpürdükten sonra karanlığa doğru yükseldi.
Birdenbire bağırdı, “Burada. Onu buldum!”
Hepsi ona doğru koştu. Üzeri, yer yer, parıldayan bir zarla örtülü on metre uzunluğunda bir yarığın yanında duruyordu.
“Sanki gerçekten bir solucanmış gibi duruyor,” dedi Fizikçi, alçak sesle.
“Bu durumda geceyi gemide geçirmek zorundayız,” kararını verdi Kaptan.
“Ama girişi kapatabilmek için, önce geminin her köşesini aramamız gerekecek.”
“Bu bütün gece sürer!” diye inledi Kimyager.
“Ama mecburuz.”
Çadırı dışarıda ve ortaya çıkabilecek bir şeylerin insafına bırakarak tünele girdiler.
Gemiyi her köşesine, her çatlağına kadar aradılar. Fizikçi kontrol odasındaki kırık panelin parçalarının yerinden oynatılıp oynatılmadığım düşündü, ama emin değildi. Sonra Mühendis, tüneli kazarken kullandıkları aletlerin en son bıraktıkları gibi durup durmadığını merak etti.
Читать дальше