Bütün bunlarla beraber, panik yapmayacakları kesindi. Bu adamlar sıradan suçlular değildi. Bunlar oldukça iyi eğitim almış, yetenekleri olan, çatışma görmüş ve büyük tersliklere rağmen başarı elde etmiş insanlardı. Teslim olmak terimi onların kitabında yoktu. Bu adamlar oldukça akıllıydı ve onları oradan çıkarmak oldukça zor olacaktı. Bir SWAT baskını onlar için bir boyama kitabı sayılırdı ve yeterince iyi değildi.
Luke’un karısı ve çocuğu içerideyse, ve eğer içerideki adamlar ilk saldırıyı püskürtebilirlerse… Luke bunu düşünmeyi reddetti.
Bu bir seçenek değildi.
“Ne yapacaksın?” dedi Ed.
Luke pencereden dışarıya, mavi gökyüzüne bakıyordu. “Benim yerimde olsan, ne yapardın?”
Ed bir an bile duraksamadı. “İçeri olabildiğince sert bir şekilde girerim. Gördüğüm herkesi öldürürüm.”
Luke başıyla onayladı. “Ben de.”
*
Adam bir hayaletti.
Eski sahil evinin arka tarafında, üst kattaki yatak odasında durmuş, rehinelerine doğru bakıyordu. Bir kadın ve küçük bir çocuk, penceresi olmayan bir odaya tıkılmıştı. Katlanan sandalyelerin üzerinde yan yana oturuyorlardı, elleri arkadan kelepçelenmiş, ayak bilekleri ise birbirlerine kelepçelenmişti. Görüşlerini engellemek için başlarına siyah bir şey geçirilmişti. Adam onların ağzına hiçbir şey tıkmamıştı, böylece annesi oğluyla sessizce konuşup onu sakinleştirebiliyordu.
“Rebecca,” dedi adam, “birazdan burada heyecan dolu şeyler olabilir. Böyle bir durumda, sessiz kalmanızı istiyorum. Çığlık atmayın, ses çıkarmayın. Eğer yaparsanız buraya gelip ikinizi de öldürmek zorunda kalırım. Anlaşıldı mı?”
“Evet,” dedi Rebecca.
“Gunner?”
Kafasına geçirilmiş çuvalın altından kurbağanınkini andıran bir ses çıkardı.
“Fazla korktu, konuşamıyor,” dedi annesi.
“İyi,” dedi adam. “Korkmalı. Akıllı bir çocuk. Ve akıllı çocuklar aptalca şeyler yapmazlar, değil mi?”
Kadın cevap vermedi. Adam, tatmin olmuş bir şekilde başını salladı.
Bir zamanlar bir ismi vardı adamın. Sonra, zaman içinde, on ismi oldu. Şimdi ise isimler umurunda değildi. Kendisini “Brown” olarak tanıtırdı, sanki böyle inceliklere ihtiyaç varmış gibi. Bay Brown. Bunu seviyordu. Ölü şeyleri çağrıştırıyordu. Sonbahardaki ölü yapraklar. Bir yangının her şeyi kavurduktan sonra arkasında bıraktığı, aylar sonra bile iyileşmeyen çorak bir arazi ve ağaç kalıntıları.
Brown kırk beş yaşındaydı. Cüsseli ve hala güçlü bir adamdı. Seçkin bir askerdi, ve kendini korumayı başarmıştı. Acıya ve yorgunluğa karşı koymayı çok seneler önce Deniz Komando Okulu’nda öğrenmişti. Dünyanın birçok sıcak noktasında öldürmeyi ve ölmemeyi öğrenmişti. Amerikan(Kuzey ve Güney)askeri okullarında işkence yapmayı öğrenmişti. Öğrendiklerini de önce Guatemala ve El Salvador’da daha sonra da Bagram Hava Kuvvetleri Üssü ve Guantanamo Körfezi’nde pratiğe dökmüştü.
Brown artık CIA için çalışmıyordu. Kimin için çalıştığını bilmiyordu ama umurunda da değildi. Serbest çalışıyor ve iş başına para alıyordu.
Para, yüklü miktarda para nakit olarak geliyordu. Reagan Ulusal Havalimanı’na park edilmiş kiralık bir sedanın bagajında, kanvas torbalara doldurulmuş, yeni basılmış yüzlük banknotlar. Baltimore’da şehir dışındaki bir spor salonunun dolaplarından birine kilitlenmiş, deri bir çantanın içine rasgele istiflenmiş 1977 ve 1974 basımı onluk, yirmilik ve ellilikler halinde yarım milyon dolar. Eski basımlardı ama daha önce hiç el sürülmemişlerdi, 2013 basımı olanlar kadar yeni duruyorlardı.
İki gün önce Brown bir mesaj almıştı, mesaj bu eve gelmesini söylüyordu. Burası artık onun eviydi ve ikinci bir emre kadar o yönetecekti. Herhangi biri gelirse, komuta onda olacaktı. Pekala. Brown bir sürü şeyde iyiydi ve bunlardan biri de patron olmaktı.
Birileri dün sabah Beyaz Saray’ı havaya uçurmuştu. Başkan ve Başkan Yardımcısı, sivil hükümetin yarısıyla birlikte Mount Weather’daki sığınağa kaçmışlardı. Dün gece Mount Weather içindekilerle birlikte havaya uçurulmuştu. Birkaç saat sonra yeni bir Başkan ve eski bir Başkan Yardımcısı sahnedeki yerlerini almışlardı.
Şov bir anda liberallerden muhafazakarlara geçmişti, olanların hepsi bir günde gerçekleşmişti. Halk doğal olarak suçluları arıyordu ve yeni gelen yöneticiler İran’ı işaret ediyordu.
Brown sırada olacak şeyleri bekliyordu.
Dört kişi bir tekneyle gecenin geç saatinde evin arkasındaki kapıya yaklaştı. Kadını ve çocuğu getirmişlerdi. Tutsaklar Luke Stone adında birine aitti. Görünüşe göre insanlar Stone’un bir probleme dönüşebileceğini düşünmüşlerdi. Bu sabah bu problemin nasıl bir şey olduğu daha iyi anlaşılıyordu.
Duman dağıldığında, devirme harekatının birkaç saat içerisinde başarısız olduğu ortaya çıkmıştı ve Luke Stone bütün o enkaz ve yıkıntının yanında dimdik ayakta duruyordu.
Luke’un karısı ve çocuğu hala Brown’ın tutsağıydı ve o, bu ikisiyle ne yapacağını bilmiyordu. İletişim imkanı yoktu. Aslında onları öldürüp ve evi terk etmeliydi ama o bunun yerine hiç gelmeyen emirleri beklemişti. Şimdi, evin dışında Verizon FIOS vanı bekliyor ve belki yüz metre açıkta ne olduğu belirsiz bir balıkçı teknesi bekliyordu.
Onu aptal olduğunu mu düşünmüşlerdi? Geldiklerini bir mil öteden görebiliyordu.
Koridora geçmişti. İki adam orada duruyordu. Otuzlu yaşların ortalarında, çılgın saçlı ve sakallı, hayatları boyunca özel harekatçı olmuş adamlar. Brown bu görüntüyü tanıyordu. Gözlerindeki bakışlara da aşinaydı, bu korku değildi.
Bu heyecandı.
“Sorun ne?” dedi Brown.
“Fark etmediysen söyleyelim, birazdan harekat başlayacak”
Brown başıyla onayladı. “Biliyorum.”
“Hapse giremem,” dedi bir numaralı sakallı.
İki numaralı sakallı başıyla onayladı. “Ben de.”
Brown’da onlarlaydı. Bütün bunlar olmadan önce bile FBI onun kimliğini tespit edebilseydi birden fazla müebbetle karşı karşıyaydı. Şimdi? Düşünmek bile istemiyordu. Onun kim olduğunu bulmaları aylar alırdı ve bu sırada o, herhangi bir şehir hapishanesinde, düşük çaplı serserilerle birlikte oturacaktı. Şu anki durumda bir meleğin gelip onu her şeyden kurtarmasını bekleyemezdi.
Yine de sakin hissediyordu. “Burası göründüğünden daha sağlam”
“Evet ama buradan çıkışımız yok,” dedi bir numaralı sakallı.
Doğru.
“Onlara geçit vermeyelim, müzakereye zorlayalım. Elimizde rehineler var.” Bu kelimeler ağzından çıkar çıkmaz onlara inancını yitirdi. Neyi müzakere edeceklerdi, güvenli geçiş? Nereye gideceklerdi ki?
“Bizimle müzakere etmeyecekler,” dedi bir numaralı sakallı. “Keskin nişancı temiz bir atış şansı bulana kadar bize yalan söyleyecekler.”
“Pekala,” dedi Brown. “Ne yapmak istersiniz?”
“Savaşalım,” dedi iki numaralı sakallı. “Başarısız olursak buraya gelir, önce misafirlerimizin kafasına sonra da kendi kafama birer kurşun sıkarım.”
Brown başıyla onayladı. Daha önce çok kere böyle köşeye sıkışmış ve her defasında bir çıkış yolu bulmuştu. Belki hala şimdiki durumdan bir çıkış vardı. Böyle düşündü ama bunu onlara söylemedi. Batan gemiden anca belli sayıda fare kaçabilirdi.
“Gayet makul,” dedi. “Bunu yapalım. Pozisyonlarınızı alın.”
*
Luke ağır harekat yeleğini giydi. Ağırlık üzerine oturmuştu. Yeleğin bel bandını bağladı, omuzlarına binen yükü azaltıyordu. Kargo pantolonu Ejderha Derisi denilen hafif bir çeşit zırhla dikilmişti. Bir kask ve yüz maskesi yerde, ayaklarının yanında duruyordu.
Читать дальше