Lucy’ye yiyecekmiş gibi bakıyordu.
“Elbette ki eviniz kalenizdir” dedi Lucy gülümseyerek.
“Benimle alay mı ediyorsunuz?”
“Asla. Şehrin ortasında gerçek bir taşra malikânesinin muhteşem bir şey olduğunu düşünüyorum.”
“Aynen öyle. Burada yaşarken uzak, yakın başka bir ev görmüyorsunuz, değil mi? Brackhampton’un ortasında… ineklerin otladığı tarlalar görmek! Bazen rüzgar trafik uğultusunu taşıyor ama bunu görmezden gelirsek hâlâ taşrada yaşadığımızı bile söyleyebiliriz.”
Kızına dönerek aynı tonda ve ara vermeden ekledi.
“Doktor denilen sersemi ara hemen. Ona son olarak verdiği ilaçların hiçbir işe yaramadığını söyle.”
Emma ve Lucy dışarı çıktılar. Yaşlı adam arkalarından seslendi. “Sürekli burnunu çeken kahrolası kadına buranın tozunu aldırma. Kitaplarımın yerlerini değiştirmiş.”
Lucy merakla sordu.
“Bay Crackenthorpe uzun zamandır mı hasta?”
Emma bu soruyu kaçamak bir yanıtla geçiştirdi.
“Yıllardır… İşte mutfak da burası.”
Mutfak çok büyüktü. Tam ortada büyük, soğuk ve antika bir kuzine hemen yanında da küçük bir Aga kalorifer kazanı duruyordu.
Lucy yemek saatlerini sorarak, erzak odasını gözden geçirdi. Daha sonra Emma’ya dönerek içtenlikle belirtti.
“Artık bilmem gereken her şeyi biliyorum. Hiç endişelenmeyin. Her şeyi bana bırakın.”
Emma Crackenthorpe o gece yatağa girerken huzur dolu bir soluk aldı.
Kennedylerin hakkı var. Muhteşem bir insan o, diye düşünüyordu.
Ertesi sabah Lucy altıda kalktı. Evi düzenledi, sebzeleri ayıkladı, masayı hazırladı ve kahvaltıyı hazırlayıp servis yaptı. Bayan Kidder ile birlikte yatakları düzeltti, saat on birde ise ikisi baş başa mutfakta çay içip bisküvi yediler. Lucy’nin kendisine rakip olmadığını anlayınca rahatlayan Bayan Kidder, çok sevdiği demli ve şekerli çayın da etkisiyle gevezeliğe başladı. Kuşkuyla bakan gözleri ve ince dudakları olan ufak tefek, sıska bir kadındı.
“Adam gerçek bir pinti. Zavallı kıza çok çektiriyor. Yine de onun başı eğik biri olduğunu söyleyemem. Gereğinde ayak diremeyi başarıyor. Beylerin her eve gelişlerinde doğru dürüst yemek çıkarmasını başarıyor.”
“Beyler mi?”
“Evet. Bir zamanlar çok büyük bir aileydiler. En yaşlıları, Bay Edmund savaşta ölmüş. Sonra Bay Cedric, o da uzaklarda bir yerlerde yaşıyor. Evli değil. Dünyanın çeşitli yerlerine gidip resim yapıyor. Bay Harold ise şehirde, Londra’da yaşıyor, bir kontun kızıyla evli. Sonra Bay Alfred var; çok hoş bir insan, ama birtakım karanlık işlere bulaşıp birkaç kez başını derde soktu. Sonra Bayan Edith’in kocası olan Bay Bryan var, o da çok samimi biri, kadın birkaç yıl önce öldü ama o hâlâ aileyle birlikte. Evet bir de Bay Alexander, Bayan Edith’in küçük oğlu var. Okula gidiyor ama tatillerini genellikle burada geçirir. Bayan Emma ona bir anlamda tapar.”
Lucy tüm bu bilgileri dikkatle kafasına yazarken bir yandan da bilgi kaynağını sürekli olarak çayla besliyordu. Sonunda Bayan Kidder ayağa kalkarak, heyecanla belirtti.
“Çok fazla gevezelik ettik. Size patatesleri soymakta yardım etmemi ister miydiniz?”
“Çoktan bitti.”
“Çok hamaratsınız. Neyse madem yapacağım bir şey yok, artık dönüş yoluna koyulabilirim.”
Bayan Kidder gitti. Lucy ise mutfak masasını ovmaya başladı. Bunu daha önce de yapmayı düşünmüş, ancak Bayan Kidder’in görevi olması nedeniyle onu incitmemek amacıyla ertelemişti. Daha sonra gümüşleri pırıl pırıl parlayana dek ovdu. Öğlen yemeğini pişirdi, mutfağı düzenledi, bulaşıkları yıkadı. İki buçukta tüm işlerini tamamlamış, araştırma gezisine çıkmaya hazırdı. Çay servisini bir tepsiye hazırlamış, sandviçleri, ekmeği ve tereyağını taze kalmaları için nemli bir peçeteyle sarmıştı.
Son derece doğal sayılabilecek bir şekilde bahçede dolaşmaya başladı. Mutfak bahçesinde sebze tarlaları vardı. Fidelikler ise harabeye benziyordu. Tüm bahçe yolları otla kaplıydı. Yalnızca evin yakınındaki yeşillik bir alan ottan temizlenmiş ve bakımlıydı; Lucy buranın Emma’nın eseri olduğunu düşündü. Bahçıvan çalışıyor görünmeye çabalayan yaşlı, kulakları az duyan bir adamdı. Lucy onunla dostça bir sohbete girişti. Adam ahırların hemen yakınındaki bir kulübede yaşıyordu.
Ahırların arkasında iki tarafı çitlerle çevrili bir misafir yolu bahçeden geçip demiryolu geçidinin altından dar bir yola bağlanıyordu.
Her birkaç dakikada bir yukarıdaki setin üzerinden geçen trenlerin gök gürültüsünden farksız sesi duyuluyordu. Lucy trenlerin Crackenthorpeların arazisini çevreleyen geniş viraja girerken yavaşlamalarını ilgiyle inceledi. Alt geçitten geçerek, dar yolda ilerledi. Bu yol çok ender kullanılıyor olmalıydı. Yolun bir tarafında demiryolu seti, diğer tarafında ise fabrika binalarını gizleyen yüksek duvarlar vardı. Lucy küçük evlerin bulunduğu bir caddeye ulaşana kadar köy yolunu izledi. Biraz ilerden ana caddenin trafik gürültüleri duyuluyordu. Lucy saatine baktı. Aynı anda oradaki evlerden birinden bir kadın çıktı. Lucy hemen onunla konuşmaya başladı.
“Çok affedersiniz, yakınlarda umumi bir telefon var mı?”
“Postane hemen karşı yolun köşesinde.”
Lucy teşekkür ederek, bir mağazayla postane karışımı olan yere doğru ilerledi. Binanın yan tarafında bir umumi telefon kulübesi vardı. Lucy içeri girerek telefonu çevirdi. Telaşlı, kaba bir kadın sesi duyuldu.
“Şu anda yatıyor. Onu asla rahatsız edemem. Yaşlı bir kadın o… Dinlenmeye ihtiyacı var. Kimin aradığını ileteyim?”
“Bayan Eyelesbarrow diyebilirsiniz. Onu rahatsız etmenize hiç gerek yok. Ona yalnızca geldiğimi, her şeyin yolunda olduğunu ve yeni bir şeyler öğrenince onu hemen haberdar edeceğimi söyleyin.”
Ahizeyi yerine koyarak, yeniden Rutherford Hall’a doğru dönüş yoluna koyuldu.
“Bahçede golf atışlarımı geliştirmeye çalışmamın sizce bir sakıncası var mı?” diye sordu Lucy.
“Elbette ki hayır. Golf oynamaktan hoşlanıyor musunuz?”
“Pek iyi sayılmam ama geliştirmeye çalışıyorum. Yürüyüş yapmaktan daha iyi bir eksersiz şekli olarak görüyorum.”
“Bu malikânenin toprakları dışında yürüyüş yapacak yer yok” diye homurdandı Bay Crackenthorpe. “Yalnızca dar sokaklar ve şapka kutusunu andıran küçük iğrenç evler. Hepsi arazimi satın alıp buraya da o evlerden bir sürü daha yaptırmak amacındalar. Bunu ancak cesedimi çiğneyerek yapabilirler. Onların bu isteğinin gerçekleşmemesi için de yakın zamanda ölmeyeceğim. Bundan emin olun! Kimsenin isteğinin gerçekleşmesine fırsat vermeyeceğim.”
Emma Crackenthorpe yumuşak bir sesle söze karıştı.
“Ama baba.”
“Ne düşündüklerini çok iyi biliyorum… Neyi beklediklerini de! Hepsinin! Cedric’in, o sinsi gülümsemesiyle kurnaz tilki Harold’ın. Aynı şey Alfred için de geçerli, beni asıl şaşırtan onun hâlâ beni ortadan kaldırmaya girişmemiş olması. Aslında bundan pek emin olduğumu da söyleyemem, Noel zamanı belki de denedi. Çok tuhaf hastalık belirtileri olmuştu. İhtiyar Quimper bile ne olduğunu anlayamayıp kuşkulandı. Bana bir dizi anlamsız soru yöneltmişti.”
“Herkesin midesi arada sırada bozulabilir baba.”
“İyi, iyi bari bir de çok fazla yemek yediğimi söyle! Bunu söylemeye çalıştığını anlıyorum. Peki niçin çok fazla yiyorum? Sofraya fazla, çok çok fazla yemek konduğu için. Bu gereksiz bir lüks ve savurganlık! Birden aklıma geldi… genç bayan! Bugün öğle yemeğinde beş tane patates konmuştu… hem de büyüklerinden. Kişi başına bir öğünde iki patates fazla bile. Lütfen bundan sonra dörtten fazla koymayın. Bugün konulan beşinci tamamen israftı.”
Читать дальше