“Gerçekten öyle.”
“Peki katilin o gece geldiğini varsayalım, ama asıl? Arabayla mı? Hangi yoldan?”
Lucy düşündü.
“Fabrika duvarı boyunca uzanan dar bir patika var. Büyük ihtimalle bu yoldan gelmiş olmalı. Daha sonra demiryolu geçidinden geçmiş, arkadaki servis kapısına doğru ilerlemiştir. Burada çitlerin üzerinden atlayıp demiryolu setinden ilerleyerek cesede ulaşıp onu arabaya taşımış olabilir.”
“Ve sonra da” diye ekledi Miss Marple. “Onu daha önceden belirlediği bir yere götürmüştür. Böyle olabileceğini düşünmek normal. Ama bana kalırsa adam cesedi Rutherford’dan uzaklaştırmadı; götürdüyse bile pek uzağa değil. Bence en kolayı onu hemen yakınlarda bir yere gömüp yok etmekti, sizce?” Soran bakışlarla Lucy’yi süzüyordu.
“Bence de öyle” dedi Lucy bir yandan düşünürken. “Ama bu da göründüğü kadar kolay değil.”
Miss Marple doğruladı. “Bahçeye gömemezdi. Çok zor olurdu, ayrıca dikkat çekerdi. Toprağın zaten kazılmış olduğu bir yere gömmüş olmalı…”
“Mutfak bahçesi öyle ama orası da bahçıvanın kulübesine çok yakın. Gerçi adam yaşlı ve sağır ama… bu yine de çok riskli olurdu.”
“Köpek var mı?”
“Hayır.”
“O zaman bir baraka ya da sundurmaya, hatta müştemilat binasına da bırakmış olabilir.”
“Bu çok daha kolay ve çabuk olurdu… O kadar çok kullanılmayan, harabe haline gelmiş bina var ki; yıkık dökük domuz ağılları, ahırlar, ambarlar, kimsenin uğramadığı atölyeler. Tabi cesedi bahçeyi kaplayan çalılıklardan ya da fundalıklardan birinin arasına da atmış olabilir.”
Miss Marple başıyla onayladı. “Evet, bence bunun olasılığı çok daha fazla.”
O sırada kapı tıkladı ve asık suratlı Florence elinde bir tepsiyle içeri girdi.
“Ziyaretçiniz olması çok hoş” dedi Miss Marple’a dönerek. “Sizin için o çok sevdiğiniz kurabiyelerimden hazırladım.”
“Florence her zaman nefis çay kurabiyeleri ve kekler yapar” diye belirtti Miss Marple.
Florence’in gergin yüz hatları hiç beklenmedik şekilde değişti ve neşeyle gülümseyerek odadan çıktı.
“Sanırım çay sırasında bu cinayetten bahsetmeye son vermeliyiz. Bu o kadar nahoş bir konu ki.”
* * *
Çaydan sonra Lucy ayağa kalktı.
“Artık geri dönmeliyim. Size Rutherford Hall’da oturanlardan hiçbirinin aradığımız adam olamayacağını açıklamıştım. Orada yalnızca yaşlı bir adam, orta yaşlarda bir kadın ve yaşlı, sağır bir bahçıvan yaşıyor.”
“Onun özellikle de orada yaşaması gerektiğini söylemedim ki” diyerek söze girdi Miss Marple. “Kastettiğim yalnızca katilin Rutherford Hall’u çok iyi bilen biri olması gerektiği. Ancak bu konuyu siz cesedi bulduktan sonra ayrıntılı olarak inceleriz.”
“Benim cesedi bulacağımdan emin gibi konuşuyorsunuz. Bu konuda ben sizin kadar iyimser değilim.”
“Bunu başaracağınızdan eminim, sevgili Lucy. O kadar başarılı ve yetenekli bir insansınız ki.”
“Bazı konularda evet, ama ceset bulma konusunda hiç deneyimim yok.” Miss Marple cesaret verecek şekilde konuşmaya başladı. “Bunun için tek gereksinimin sağlam bir muhakeme gücü ve önsezi yeteneği olduğundan eminim.”
Lucy yaşlı kadına bakarak hafifçe güldü. Miss Marple da gülümseyerek karşılık verdi.
Lucy hemen ertesi gün öğleden sonra düzenli bir şekilde araştırmalarına başladı. Müştemilat binalarını, barakaları dikkatle araştırdı; domuz ağıllarının çevresinde yetişen yaban gülü çalılıklarının içlerine baktı. Tam fideliğin altındaki kalorifer odasını gözden geçirirken arkasında boğuk ve kısık bir ses duydu. Geriye döndüğünde kendisini kuşkuyla izleyen yaşlı bahçıvan Hillman’ı karşısında buldu.
“Düşüp bir tarafınızı kırmamak için çok dikkatli olmalısınız, bayan” diye uyardı yaşlı adam. “Merdivenler hiç de güvenli değil, biraz önce üzerine bastığınız samanlık alan ve buranın tabanı da hiç güvenli değil.”
Lucy duyduğu sıkıntıyı belli etmeme çabasındaydı. “Sanırım çok fazla meraklı olduğumu düşünüyorsunuz” diye söze girdi Lucy neşeyle. “Buralardan herhangi bir şekilde yararlanmanın mümkün olup olmadığını araştırıyordum. Örneğin pazara göndermek için mantar yetiştirmek ya da öyle bir şey. Her yer öylesine perişan bir halde ki.”
“Hep ihtiyar yüzünden. Bir tek kuruş bile harcamak istemiyor. İki bahçıvan ve bir yardımcım olsa her yeri pırıl pırıl düzenlerdim, ama duymak bile istemiyor, hiçbir şey yaptırmıyor. Tek yaptırabildiğim, o da uzun süre uğraştıktan sonra, elektrikli bir çim kesme makinesi aldırabilmek oldu. Çimleri bile elimle biçmemi bekliyordu.”
“Peki ama bazı onarımlardan sonra yapılanlar kendini amorti etmez mi?”
“İnanın buraya masraf yapmaya değmez… her şey o kadar berbat durumda ki. Ayrıca bu onu da hiç ilgilendirmiyor. Ölümünden sonra ne olacağını çok iyi biliyor. Genç beyler burayı hemen, ellerinden geldiğince çabuk satacaklardır. Hepsi ihtiyarın toprağa gireceği günü bekliyor. Duyduğum kadarıyla ihtiyarın ölümünden sonra hatırı sayılır bir servete konacaklarmış.”
“O çok mu zengin?” diye sordu Lucy.
“Crackenthorpe Şekerlemeleri, bu marka onların. Fabrikayı kuran, Bay Crackenthorpe’un babası. Çok sıkı bir adamdı. Büyük bir servet kazandıktan sonra bu malikâneyi yaptırmış. Sert ve acımasız biri olduğu söyleniyor, kendisine yapılan haksızlığı asla unutmazmış. Yine de hiç değilse bonkör biriydi. Cimriliğin zerresi bile yoktu. İki oğlu da onu düş kırıklığına uğrattılar. Onları en iyi okullarda okutup gerçek birer centilmen olarak yetişmeleri için çabaladı, Oxford filan… Ama iki oğlu da aile işine sırt çevirdiler. Genç olanı bir artistle evlendi, çok içkili olduğu bir anda direksiyon başındayken yaptığı trafik kazasında öldü. Diğerini, bizim tanıdığımız bu Crackenthorpe’u ise babası zaten pek beğenmezdi. Bütün zamanını yurtdışında geçiriyor, bir sürü kâfir heykelleri alıp buraya göndermekten başka bir şey yapmıyordu. Gençken para konusunda bu kadar sıkı değildi, geçen yıllarla birlikte cimriliği arttı. Aslında babasıyla hiç geçinemezlerdi ya da ben böyle biliyorum.”
Lucy adamın verdiği bilgileri nazik bir ilgiyle dinledi. Yaşlı adam duvara dayanmış, ailenin tarihini anlatmayı sürdürmeye hazırlanıyordu. Çalışmaktansa konuşmayı yeğlediği anlaşılıyordu.
“Yaşlı adam savaştan önce öldü, babayı kastediyorum. Korkunç derecede huysuz biriydi. Onunla konuşulmaz, herhangi bir öneride bulunulamazdı. Geçinmesi çok zor biriydi.”
“Ölümünden sonra da Bay Crackenthorpe gelip burada yaşamaya başladı, değil mi?”
“Evet, o ve ailesi. Çocukları neredeyse büyümüşlerdi.”
“Peki ama nasıl olur… Ah, evet anlıyorum 1914 savaşını kastediyorsunuz.”
“Hayır, o savaş değil. Adam 1928’de öldü.”
Lucy “savaştan önce” deyimiyle 1928 yılının kastedildiğini böylece öğrenmiş oldu. Doğruydu da, ama o bunu asla bu şekilde ifade etmezdi.
“Evet” dedi. “Sanırım artık işinizin başına dönmek istiyorsunuzdur. Sizi alıkoymak istemem.”
“Aha” dedi yaşlı bahçıvan umursamazlıkla. “Günün bu saatinde yapılacak pek fazla iş olmuyor. Zaten ışık durumu da çok kötü.”
Lucy eve dönerken yeniden durup yol üstündeki açelya ve huş ağaçlarının oluşturduğu kümeyi de araştırmayı ihmal etmedi.
Eve döndüğünde Emma’yı antrede elindeki mektubu okurken buldu. Akşam postası henüz gelmişti.
Читать дальше