“Seni tiksindiriyor muyum?” diye sordu sesi çaresizlikle çatlayarak.
Brin başını önüne eğdi ve sesiz kaldı.
Volusia uzun bir sessizlikten sonar “Pekâlâ,” dedi. Birisinden intikam almaya kararlıydı. “O halde, sana bu çok nefret ettiğin surata bakmanı emrediyorum. Bana güzel olduğumu kanıtlayacaksın. Benimle yatacaksın.”
Komutan başını kaldırıp ona ilk kez baktı. Suratından korku ve dehşet okunuyordu.
“Tanrıçam?” dedi çatlak bir sesle ve korkuyla. Volusia’nın emrine karşı gelirse ezasının ölüm olacağından korktu.
Volusia ilk kez mutlu hissederek kocaman bir gülümsemeyle karşılık Verdi. Bu, kusursuz bir intikam olacaktı: Ondan en çok iğrenen adamla yatacaktı.
“Sen önden git,” dedi yana çekilip yatak odasını işaret ederek.
*
Volusia İmparatorluk başkenti sarayının en üst katındaki yüksek kemerli ve üstü açık pencerenin karşısında durdu ve sabahın ilk ışıkları belirirken, perdenin kanatları suratına doğru savrulurken sessizce ağladı. Gözyaşlarının suratının iyi tarafından aktığını hissedebiliyordu, ama eriyen kötü tarafından hissedemiyordu. O taraf artık hissizdi.
Hafif bir horlama sesi duyunca arkasına baktı. Brin hala uyuyordu, ama uykusunda bile suratında tiksinmiş bir ifade vardı. Brin’in onunla birlikte geçirdiği her saniyeden nefret ettiğini biliyordu ve bu yüzden intikam alma ihtiyacını bir parça olsun gidermişti. Ama yine de tatmin olmamıştı. Bunu Volkların yanına bırakamazdı ve hala intikam için yanıp tutuşuyordu.
Brin’den aldığı intikam kesinlikle düşündüğü intikam değildi. Ne de olsa, Volklar ortadan kaybolmuşlardı, ama kendisi ertesi sabah hala hayattaydı ve hayatının sonuna dek de öyle kalacaktı. O görünümle, kendisinin bile tahammül edemediği o suratla yaşamak zorundaydı.
Volusia gözyaşlarını sildi ve başkentin duvarlarının ardındaki bölgeye, ufkun ta derinliklerine baktı. Güneşler yükselirken, siyah bayrakları ufku kaplamaya başlayan Yediler Şövalyeleri’nin ordularının siluetini gördü. Askerler orada kamp kurmuşlardı ve orduları giderek büyüyordu. Yavaş yavaş şehrin etrafını çeviriyorlar, İmparatorluğun dört bir yanından milyonlarca asker toplayarak orayı istila etmeye hazırlanıyorlardı. Onu ezmeye hazırlanıyorlardı.
Volusia buna hazırdı. Volklara ihtiyacı olmadığını biliyordu. Kendi adamlarına da ihtiyacı yoktu. Onları tek başına öldürebilirdi. Ne de olsa, kendisi bir tanrıçaydı. Uzun süre önce, ölümlüler diyarından ayrılmıştı ve artık kimsenin ve hiçbir ordunun durdurmayacağı bir efsaneydi. Onları kendisi karşılayacak ve işlerini tek başına bitirecekti.
En sonunda karşısına çıkacak kimse kalmayacaktı. Bundan sonar, ondan güçlüsü olmayacaktı.
Volusia arkasından bir hışırtı duydu ve gözünün ucuyla bir kıpırtı gördü. Brin’in yataktan kalktığını çarşafları üstünden atıp giyinmeye başladığını gördü. Onun parmaklarının ucunda dolaştığını, sessiz olmaya çalıştığını fark etti ve ona görünmeden gitmeye niyetli olduğunu anladı… Böylece, suratını bir daha görmek zorunda kalmayacaktı. Volusia bunu hareket üstüne hakaret olarak Kabul etti.
“Komutan?” iye seslendi sakince.
Brin’in olduğu yerde donakaldığını gördü; genç adam dönüp tereddütle ona baktı ve Volusia ona gülümseyerek erimiş tuhaf dudaklarıyla ona daha da işkence etti.
“Buraya gel, komutan. Gitmeden önce sana göstermek istediğim bir şey var.”
Brin yavaşça dönüp ona doğru yürüdü ve yanına kadar geldi. Orada dikilirken onun suratından başka her yere bakmaya çalıştı.
“Tanrıçan için bir veda öpücüğü yok mu?” dedi Volusia.
Brin’in hafifçe irkildiğini gördü ve içini büyük bir öfke kapladı.
“Boş ver,” dedi surat ifadesi allak bullak bir biçimde. “Ama en azından sana göstermek istediğim bir şey var. Baksana. Ufuktaki şeyi görüyor musun? Dikkatle bak. Sana orada ne gördüğünü söyle.”
Brin öne çıktı ve Volusia elini onun omzuna koydu. Brin öne eğilip ufka dikkatle bakarken, Volusia onun bir şey görebilmek için kaşlarını çattığını fark etti.
“Hiçbir şey görmüyorum, Tanrıçam. Sıra dışı bir şey yok.”
Volusia keyifle gülümsedi. İçinde o tanıdık intikam isteğini, şiddet ve gaddarlık uygulama ihtiyacını hissetti. ”Daha dikkatle bak, komutan.”
Brin biraz daha öne eğildi. Volusia hızla gömleğini arkadan kavradı ve onu var gücüyle pencereden dışarı fırlattı.
Brin ellerini kollarını sallayarak düşerken çığlık attı. Yüz üstü otuz metreden yere çakıldı ve anında aşağıdaki sokakta öldü. Tok ses sessiz sokaklarda yankılandı.
Volusia mutlu bir gülümsemeyle onun cesedine baktı ve en sonunda intikamını aldığını hissetti.
“Asıl tuhaf görünen sensin,” dedi. “İkimizden hangisi şimdi daha tuhaf?”
ON İKİNCİ BÖLÜM
Gwendolyn Yanından Krohn’la birlikte Işık Arayıcılarının kulesinin loş koridorlarında yürüyor, ağır ağır binanın kenarlarındaki yuvarlak rampadan yukarı çıkıyordu. Yolun iki kenarında meşaleler ve kült üyeleri vardı ve hepsi ellerini cüppelerinin içine gizlemiş bir halde sessizce hazır olda bekliyorlardı. Gwen yukarı çıktıkça daha da meraklandı. Kral’ın oğlu Kristof buluştuktan sonar onu yarı yola kadar getirmişti, ama sonar arkasını dönüp inmeye koyulmuş ve ona Eldof’u görmek için yolun geri kalanını yalnız gitmesi gerektiğini ve onunla bir tek Gwen’in yüzleşebileceğini söylemişti. Herkes ondan bir tanrıymış gibi söz ediyordu.
Hafif mırıltılar ve keskin tütsü kokusu arasında Gwen yukarı doğru eğim kazanan rampada ilerlerken, Eldof’un ne tür bir sırrı koruduğunu merak etti. Kral’ı ve Yamacı kurtarmak için ihtiyaç duyduğu bilgiyi ona söyleyecek miydi? Kral’ın ailesini oradan kurtarabilecek miydi?
Gwen bir köşeyi daha dönünce, bir kapı gördü ve şaşkınlıkla karşısındaki manzaraya baktı. Otuz metre yüksekliğinde bir tavanı olan kocaman bir odaya girdi. Odanın duvarları zeminden tavana kadar mozaik camlarla kaplıydı. İçeri sızan cılız ışık, kırmızı, mor ve pembe renklerle odaya dünya dışı bir özellik katıyordu. İşin en akıl almaz yanı da o kocaman yerde, odanın tam ortasında, ışığın adeta bir tek onu aydınlatması gerekiyormuş gibi üstüne vurduğu bir adamın oturuyor olmasıydı.
Eldof.
Gwen onun gökten düşmüş bir tanrı gibi odanın köşesinde oturduğunu görünce kalbinin çılgınlar gibi atmaya başladığını hissetti. Adam ellerini parıldayan altın renkli pelerinin içinde kavuşturmuş oturuyordu; dazlaktı ve ona uzanan rampanın iki yanında yanan ve odayı biraz aydınlatan meşalelerin bulunduğu kocaman ve fildişinden yapılmış muhteşem bir tahtta oturuyordu. O oda, taht ve ona giden rampa… Tüm bunlar bir Kral’ın huzuruna çıkmaktan daha hayret vericiydi. Gwen neden Kral’ın bu adamdan, kültüründen ve kulesinden çekindiğini anladı. Her şey hayranlık ve itaatkârlık uyandırmak için tasarlanmış gibiydi.
Eldof onu ne yanına çağırdı, ne de orada olduğu için bir şey yaptı. Gwen başka ne yapacağını bilemediğinden, tahta uzanan uzun ve altın renkli rampadan yukarı çıkmaya koyuldu. Yürürken onun yalnız olmadığını fark etti, çünkü gölgelerin arasında müritleri sıralanmış duruyorlardı. Eldof’un kaç bin müridi olduğunu merak etti.
Gwen en sonunda tahttan birkaç adım ötede durup başını kaldırdı.
Eldof ona yaşlı, buz mavisi ve parıldayan gözlerle baktı ve soğuk bakışının ardından gülümsedi. Gözleri insanı hipnotize ediyordu. Gwen’e Argon’un yanında olduğu zamanları hatırlattı.
Читать дальше