Lady Stoddart-West tam yatağın başucuna konulan sandalyeye oturdu ve yumuşak, kısık bir sesle konuşmaya başladı.
“Böyle beklenmedik şekilde buraya gelmeme şaşırmış olmalısınız, ama bunun için nedenlerim var. Ve bu nedenlerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çocuklar bana her şeyi anlattı. Onların burada işlenen cinayet nedeniyle çok heyecanlanmış olmalarını anlayışla karşılamalısınız. İtiraf etmeliyim ki bu konudan hiç ama hiç hoşlanmadım. Hatta sinirlendim bile. James’in hemen eve dönmesini istedim. Ama kocam buna güldü. Bunun göründüğü kadarıyla bu evle ve aileyle hiç ilişkisi olmayan bir cinayet olduğunu söyledi. Kendi gençlik günlerini anımsayınca, James’in mektuplarında yazdıklarından onun ve Alexander’in bu konuyla ilgilenmekten çok büyük zevk duyduklarını anladığını ve onları geri çağırmanın vicdansızlık olacağını belirtti. Bu nedenle ilk görüşlerimden vazgeçip onların burada planlandığı kadar kalmalarına ve James’in eve Alexander’la beraber dönmesine izin verdim.”
Emma merakla sordu.
“Oğlunuzu daha önce eve yollamamız gerektiğini mi düşünüyorsunuz?”
“Hayır, hayır, konu bu değil. Ah, bu benim için o kadar zor ki! Ama bu anlatacaklarımı can kulağı ile dinlemelisiniz. Biliyorsunuz, , çocuklar bu konuyu çok araştırıp bununla ilgili bir delil bulmuşlar. Bana anlattıklarına göre bu kadın… cesedi bulunan kadını kastediyorum… hakkında polis onun savaşta şehit düşen en büyük ağabeyinizin Fransa’da kalan eşi olduğunu düşünüyormuş. Bu doğru mu?”
“Bu da bir olasılık” dedi Emma kısık, tereddütlü bir sesle. “Onları böyle düşünmeye biz yönelttik. Olabilir de.”
“Bu cesedin o kadına, yani Martine’e ait olduğunu düşünmeniz için belirli bir neden var mı?”
“Size bunun bir olasılık olduğunu söyledim.”
“Peki ama niçin… niçin onun Martine olduğunu düşündünüz? Üzerinde bir mektup… ya da evrak mı vardı?”
“Hayır. Böyle bir şey yoktu! Ama bir mektup almıştım, yani Martine’den.”
“Ondan… yani Martine’den mektup mu aldınız?”
“Evet. İngiltere’de olduğunu ve buraya gelip bizi görmek istediğini belirten bir mektup aldım. Onu buraya davet ettim ama bir telgraf çekerek hemen Fransa’ya dönmesini gerektiren bir durumun ortaya çıktığını belirtti. Belki de gerçekten Fransa’ya döndü. Bunu bilemiyoruz. Ama burada onun adına yazdığımız mektubun zarfı bulundu. Bu da onun buraya gelmiş olduğunu gösteriyor. Ama aslına bakılırsa ben görmedim…” Konuşmasına ara verdi.
Lady Stoddart-West hemen söze karıştı.
“Bunların beni niçin ilgilendirdiğini sanırım kendi kendinize soruyorsunuzdur? Çok haklısınız. Sizin yerinizde olsam ben de bunların beni ilgilendirmediğini düşünürdüm. Ama bütün bunları duyunca —ya da konuyla ilgili bağlantıları öğrenince— kendimi buraya gelip, gerçeğin düşünüldüğü şekilde olmadığını açıklamaya zorunlu hissettim, çünkü…”
“Evet, ne?” diye sordu Emma.
“Bu durumda size hiçbir zaman söylemeyi düşünmediğim bir gerçeği açıklamak zorundayım. Martine Dubois benim.”
Emma beyninden vurulmuş gibi şaşkınlık içinde konuğuna bakıyordu.
“Siz mi?” dedi. “Martine siz misiniz?”
Kadın başını sallayarak onayladı.
“Evet. Bu sizin için büyük bir sürpriz olmalı ama gerçek bu! Ağabeyiniz Edmund ile savaşın ilk yıllarında tanıştım. Bizim evimizde kalıyordu. Geri kalanı zaten biliyorsunuz. Birbirimize şık olduk ve evlenmek istiyorduk. Ama o sırada Dunkirk Çıkartması başladı ve Edmund’un kayıplar arasında olduğu açıklandı. Daha sonra da şehit düştüğü haberi geldi. Sizle o günleri konuşmak istemem. Üzerinden çok uzun zaman geçti ve geçmişte kaldı. Ama size ağabeyinizi çok sevdiğimi söylemeliyim…”
“Daha sonra savaşın zor günleri geldi. Almanlar Fransa’yı işgal etti. Direnişçilerle çalışmaya başladım. Görevim İngilizleri Fransa’dan güvenli bir şekilde çıkarıp İngiltere’ye ulaşmalarını sağlamaktı. Bu arada şimdiki eşimle tanıştım. Hava kuvvetlerinde subaydı. Özel bir görevle Fransa’ya paraşütle inmişti. Savaştan sonra evlendik. Bir iki kez size yazıp ziyaretinize gelmek istedim ama sonradan bunun doğru olmayacağına karar verdim. Eski yaraları deşmenin, anıları canlandırmanın hiçbir anlamı olmadığım düşündüm. Yeni bir yaşamım vardı ve eski günleri anımsamak istemiyordum.” Kısa bir aradan sonra ekledi. “Ancak oğlum James’in okuldaki en yakın arkadaşının Edmund’un yeğeni olduğunu öğrenince çok mutlu olduğumu itiraf etmeliyim. Sizin de hiç kuşkusuz fark etmiş olacağınız gibi Alexander Edmund’a çok benziyor. James’le Alexander’in yakın arkadaş olmalarını çok hoş, mutluluk verici bir rastlantı olduğunu düşünüyorum.” Öne doğru eğilerek elini Emma’nın kolunun üstüne koydu.
“Sevgili Emma, şimdi artık cinayeti duyup da öldürülen kadının Edmund’un tanıdığı Martine olduğunun düşünüldüğünü öğrenince niçin hemen size gelip gerçeği anlatmam gerektiğini anlıyorsunuzdur. Bunu ikimizden birinin polise söylemesi gerekiyor. Maktul her kimse, Martine olmadığı kesin!”
“Bir türlü inanamıyorum” dedi Emma. “Demek sevgili Edmund’un bahsettiği Martine sizsiniz.” İçini çekerek başını salladı. Sonra şaşkınlık içinde alnını kırıştırdı. “Yalnız bir şeyi anlamadım. Bana mektup yazan siz değil misiniz?”
Lady Stoddart-West hızla başını iki yana salladı.
“Hayır. Hayır. Tabi ki yazmadım.”
“Öyleyse…” Şaşkınlıktan Emma’nın dili tutulmuştu.
“Öyleyse birisi kendini Martine olarak tanıtarak, sizden para koparmayı amaçlıyordu. Durum böyle olmalı. Peki ama bu kim olabilir?”
Emma usulca, “Öyleyse o zaman olanları bilen birileri var.”
Lady Stoddart-West omuzlarını silkti. “Herhalde öyle. Ama hiç yakın arkadaşım yoktu; kimse de bana bunları bilecek kadar yakın değildi. İngiltere’ye geldikten sonra da hiç kimseye başımdan geçenleri anlatmadım. Peki ama bu kişi niçin bu kadar uzun süre beklemiş olabilir ki? Bütün bunların hiçbir anlamı yok.”
“Hiçbir şey anlamıyorum” dedi Emma. “Müfettiş Craddock’un bu konuda ne düşündüğünü öğrenmeliyiz.” Konuğuna sevgiyle baktı. “Sizi sonunda tanımış olmaktan o kadar mutluyum ki, canım!”
“Ben de… Edmund sizden o kadar sık bahsederdi ki! Sizi çok seviyordu. Yeni yaşamımda çok mutluyum ama yine de o günleri asla unutmayacağım.”
Emma arkasına yaslanarak derin derin iç çekti. “Nasıl rahatladığımı bilmezsiniz” dedi. “Cesedin Martine olduğunu düşündüğümüz sürece… cinayetin ailemizle ilgisi olabileceğinden korktuk. Ama şimdi… sırtımdan büyük bir yük kalktı. Öldürülen zavallının kim olduğunu bilmiyorum ama bizimle bir ilgisi olmadığı kesin.”
Ön bürodaki güzel ve şık sekreter Harold Crackenthorpe’a akşamüstü çay servisini yaptı.
“Teşekkürler, Bayan Ellis, bugün eve erken gideceğim.”
“Bence bugün işe gelmeseydiniz daha doğru olacaktı, Bay Crackenthorpe” dedi sekreter. “Çok bitkin görünüyorsunuz.”
“Yoo, iyiyim” demesine rağmen, Harold Crackenthorpe kendisini hiç de zinde hissetmiyordu. Son günler gerçekten çok zor geçmişti. Neyse, her şey geride kalmıştı artık.
Gerçekten çok şaşırtıcı, diye düşündü, Alfred zehirlenerek öldü, ama ihtiyar bu faciadan paçayı sıyırdı. Üstelik de yaşına rağmen… kaç yaşındaydı ki? Yetmiş üç mü yoksa yetmiş dört müydü? Hem de yıllardır bekar. Zehrin kimi öldürebileceği konusunda bahse girecek olsa hiç kuşkusuz ihtiyar adamı seçerdi. Ama yo hayır! Alfred zehirlendi. Harold’un bildiği kadarıyla Alfred her zaman sağlıklı, kuvvetli bir adamdı. Hiç sağlığından yakındığını duymamıştı.
Читать дальше