Ayağına taş atarak onu kıvrandırdığım günü hıncımdan, zevkimden titreyerek hatırlarım. Fakat o kendini ermiş, yetişmiş bir insan sayarak bana tepeden bakar, gözlerinde hain bir gülümsemeyle: "Ne zamana kadar bu çocukluk Feride?" derdi.
- Peki ama sende de ne zamana kadar bu pısırıklık, bu görücüye çıkan eski zaman kızı naz ve edaları?!...
Bu sözleri ne de olsa söyleyemem tabii... Yaş, maşallah on üç, on dört... Bu yaşta bir kız, yaptığı bir kabalığı bu kadar nezaketle karşılayan bir delikanlıya daha fazla sataşmaz. Dudaklarımdan gayri ihtiyari münasebetsiz bir şeyler kaçmasından korkuyormuşum gibi eHmi ağzıma kapar, ona ferah ferah küfretmek için bahçenin yalnız köşelerine kaçardım.
Yağmurlu bir gündü. Kâmran, köşkün alt katında akrabadan birkaç hanımla, kadın tuvaletinden bahsediyorlardı. Kadınlar, yaptıracakları kış elbiselerinin rengi hakkında ondan fikir alıyorlardı.
Ben, bir köşede dilimi çıkarmış, gözlerimi şaşılaştırmış, bütün dikkatimle yırtık bir bluzun kolunu yamamakla meşguldüm. Kendimi tutamadım; kahkahalarla gülmeye başladım.
Kuzenim:
- Ne gülüyorsun? diye sordu.
- Hiç, dedim. Aklıma bir şey geldi...
- Ne geldi?
- Söylemem...
- Haydi nazlanma... Zaten senin ağzında bakla ıslanmaz... Sonunda nasıl olsa söyleyeceksin...
- Darılma o halde... Sen hanımlarla tuvalet konuşurken düşündüm ki, Allah seni yanlış yaratmış. Kız olacakmışsın... Ama şimdiki yaşta değil... Şöyle on üç, on dört sularında...
- Peki sonra?...
- Deminden beri bir karış yeri dikinceye kadar parmağımı delik deşik etmiş olmama göre ben de yirmi, yirmi iki yaşlarında bir erkek...
- Ee, sonra?...
- Sonrası ne olacak, Allah'ın emriyle, Peygamber'in kav-liyle seni kendime alırdım, olur biterdi.
Odada bir kahkahadır koptu. Başımı kaldırdım ve bütün gözlerin bana baktığını gördüm.
Misafirlerden biri bir münasebetsizlik etti:
- Peki ama, bu şimdi de mümkün Feride, dedi. Alıklaştım, gözlerimi iri iri açarak:
- Nasıl? dedim.
- Nasıl olacak? Kâmran'a varırsın... O, senin tuvaletlerinle uğraşır, söküklerini diker... Sen de sokak işlerine bakarsın...
Öfkeyle yerimden kalktım. Fakat bu kızgınlığım daha ziyade kendimeydi. Lakırdıya çanak tutmuştum. Ben, saçma söylemekte bu kadar ilerlemiş değilimdir, ama anlaşılan elimdeki hain sökük, bütün dikkatimi almıştı.
Mamafih, "hem suçlu, hem güçlü" kavlince yine taarruza geçtim:
- Mümkün ama Kâmran Bey için zararlı olur sanırım, dedim. Çünkü Allah esirgesin evde kavga çıkarsa kuzenimin hali ne olur? Vaktiyle nazik ayaklarına yedikleri taşı unutmamışlardır sanırım...
Gülüşmeler arasında garip bir ciddiyetle odama çıkıyordum. Mamafih kapıdan tekrar döndüm:
- Ayıp ettik, dedim, on dördüne gelmiş bir kız için pek ayıp oldu ama, kusura bakmazsınız artık...
Topuklarımla merdiven tahtalarına vurarak, kapılara çarparak odama çıktım. Kendimi top gibi karyolanın üstüne attım. Aşağıda kahkahalar devam ediyordu. Kim bilir, belki de benimle eğleniyorlardı. Alacakları olsun.
Şu Kâmran'la evlenmek galiba iyi bir şey olacaktı. Çünkü yaşlarımız gittikçe büyüyor, onunla kavga çıkarmak fırsatı günden güne uzaklaşıyordu. Bir kerecik olsun saç saça, baş başa dövüşerek hıncımı çıkarmak için evlenmemizden başka çare kalmıyor gibiydi.
*
Yaz tatili sonlarında mektebimiz, bir zaman için için kaynar, bu taşkınlık ancak birinci üç ay imtihanına doğru yatışırdı.
Sebebi şu: On üç, on dört yaşına gelen Katolik arkadaşlarım, baharda, Paskalya bayramında ilk komünyonlarını yaparlar, etekleri yere değen beyaz ipek elbiseler, gelin duvaklarına benzeyen kucak kucak tüller örtülerek Isa Peygamber'le nişan-lanırlardı.
Kilisede mum ışıkları, orgla çalınan ilahiler, her tarafı dolduran bahar çiçekleri kokularıyla karışarak bir kat daha ağırlaşan günlük ve ödağacı dumanları içinde yapılan bu nişan töreni pek güzel bir şeydi. Fakat ne yazık ki, bu töreni takiben tatil aylarında hain arkadaşlarım, hemen nişanlılarına vefasızlık ederler, balmumu renkli, mavi gözlü isa'yı, karşılarına ilk çıkan bir, hatta birkaç erkekle aldatırlardı.
Mektep açıldığı zaman, arkadaşlarım bavullarının gizli bir köşesinde mektuplar, fotoğraflar, hatıra çiçekleri ve daha ne bileyim, neler neler getirirlerdi.
Bahçede ikişer, üçer kol kola dolaştıkları zaman neler konuştuklarını bilirdim. Kızların en masum ve dindarlarına hediye edilen renkli ve yaldızlı peygamber ve melek resimlerinin altında saklanan fotoğrafların gençlere ait olduğunu anlamakta güçlük çekmezdim. Bahçenin bir köşesinde kızlardan birinin -etrafında uçuşan küçük böceklerin bile duyamayacağı bir sesle- arkadaşının kulağına fısıldadığı hikâyeyi gözümden kaçırmazdım.
Bu mevsimde kızlar ikişer, üçer kişilik gruplara ayrılır ve birbirlerine kene gibi yapışırlardı.
Ben biçare, bahçede ve sınıfta tek başıma kalırdım. Arkadaşlarım bana karşı adeta bir esrar kumkuması kesilirlerdi. Onlar, sörlerden ziyade benden çekinirlerdi. Niçin mi diyeceksiniz? Çünkü gevezeydim, sakallı dayının dediği gibi ağzımda bakla ıslanmazdı. Birinin mesela bir bahçe parmaklığı arasından bir komşu genciyle masum bir çiçek alışverişini duydum mu, bahçede adeta tellal çağırırdım. Fazla olarak da böyle şeylere karşı son derece mutaassıptım.
Hiç unutmam, bir kış akşamı mütalaahanede derse çalışıyorduk. Misel isminde çalışkan bir kız, kalın kafalı bir arkadaşına Roma tarihini müzakere ettirmek için sörden müsaade almış, en arka sıraya çekilmişti. Mütalaahanenin sessizliği içinde birdenbire bir hıçkırık duyuldu. Sor başını kaldırdı:
- Ne o Misel, sen ağlıyor musun? Niçin? dedi. Misel, elini gözyaşlarından sırılsıklam kesilmiş yüzüne kapadı. Cevabı onun yerine ben verdim:
- Misel, Kartacalıların mağlubiyetine meraklandı, ona ağlıyor, dedim.
Sınıfta bir kahkaha koptu.
Hasılı arkadaşlarımın beni aralarına almamakta hakları vardı. Fakat herkesten ayrı kalmak, koskoca bir kız olduğum halde zevzek bir çocuk muamelesi görmek pek de hoş bir şey değildi.
Yaş on beşe gidiyordu. Aşağı yukarı annelerimizin gelin oldukları, büyükannelerimizin "Aman evde kalıyoruz," diye telaşla Eyüp'teki Niyet Kuyusu'na koştukları yaş...
Boyum fazla uzamamıştı. Fakat hırçınlığıma rağmen vücudum gelişiyor, yüzümde acayip renkler, ışıklar yanıp sönmeye başlıyordu.
Sakallı dayı, ara sıra ellerimden tutup beni pencere kenarlarına çekerek yüzümü miyop gözlerine sokacakmış gibi yüzüne yaklaştırarak, "Kız bu ne cilt, bu ne renk böyle? Perkal basması mübarek! Ne solacak, ne eskiyecek!" diyordu.
Hadi canım, kız dediğin böyle mi olur? Topaç gibi bir vücut, fırça ile boyanmış bir yüz... Aynaya baktıkça bonmarşe camekânında bebek seyrediyorum zanneder, dilimi çıkarıp gözlerimi şaşılatarak kendimle eğlenirdim.
*
Tatiller içinde en sevdiğim Paskalya yortusu idi. Bu iki haftayı geçirmek için Kozyatağı'na gittiğim zaman kirazlar yetişmiş, büyük bahçenin caddeye bakan yüzünü baştan başa kaplayan kiraz ağaçlan yemişlerle donanmış bulunurdu.
Kirazı çok severdim. Bu on beş gün içinde serçe kuşları gibi hemen hemen yalnız kirazla geçinir, en yüksek dal tepelerinde kalmış son kirazları bitirmeden mektebe dönmezdim.
Bir akşamüstü yine bir ağaç tepesinde kiraz yiyor, çekirdeklerini fiskeyle uzaklara savurarak eğleniyordum.
Читать дальше