- Hediyelerin her türü için teşekkür etmek lâzım, dedim. Fakat müsaade ederseniz küçük bir römork yapayım... Birkaç sene evvel siz de bir çocuktunuz. O vakit haliniz ve ağırbaşlılığınızla büyük insanlara benzerdiniz gerçi, ama ne de olsa, bir çocuktunuz değil mi? Siz maşallah seneden seneye büyüyor, resimli roman kahramanlarına benzer bir genç oluyorsunuz da ben daima yerimde sayıyorum?
Kâmran, hayretle gözlerini açtı:
- Pardon Feride, dedi. Anlamadım.
- Anlaşılmayacak bir şey yok. Yani siz büyüyorsunuz da ben neden Bibliothegue tfose masallarını okuyacak bir bebek kalıyorum ve bir türlü haline göre on beş yaşına girmiş bir kız muamelesine lâyık görülmüyorum?
Kâmran, şaşkın şaşkın, yüzüme bakmakta devam ediyordu:
- Yine anlamadım, Feride!
Bu anlayışsızlığa hayret eder gibi bir jest yaptım, dudaklarımı büzdüm. Fakat doğrusu aranırsa ne demek istediğimi ben de anlamamıştım. Yaptığıma pişman oluyor, bir kaçamak arıyordum.
Bu defa sinirli bir hareketle ikinci kutunun bağını kopardım, içinde yine fondanlar vardı.
Kâmran, hemen hemen resmi bir tavırla hafifçe eğildi:
- Artık size ermiş, yetişmiş bir genç kız muamelesi etmek lâzım geldiğini ağzınızdan işitmek beni pek bahtiyar etti Feride, dedi. Kitaplar için sizden af dilemeye lüzum görmeyeceğim. Çünkü fondanlar ispat etmiştir ki, kitaplar zaten bir şakadan başka bir şey değildi. Maksat size kitap getirmek olsaydı belki o demin bahsettiğiniz romanlardan da seçebilirdim.
Kâmran'ın bu tavrı, bu sözleri muhakkak alaydı. Fakat öyle de olsa, onun karşımda bu sesle, bu kelimelerle konuşması hoşuma gidiyordu.
Cevap vermeye mecbur olmamak için ellerimi bir dua vaziyetinde birbirine kavuşturarak dalgın bir hayranlık rolü oynuyordum. O, sözünü bitirince yüzüne baktım; gözlerime düşen saçları bir baş işaretiyle silkeleyerek:
- Ne söylediğinizi dinleyemedim, efendim, fondanlar o kadar güzel ki... Mamafih, bunları görünce barıştık. Mesele yok. Çok mersi, Kâmran.
Dinlenilmediğini zannetmesine onun galiba canı sıkılmıştı. Mamafih, o da nedense bunu bana sezdirmemek istedi; içini çekerek yalancı bir somurtkanlıkla:
- Ne yapalım, mademki çocuk hediyeleri makbule geçmiyor artık, bundan sonra büyük insanlara mahsus ciddi şeylerle hatırınızı sorarız, dedi.
Ben, şimdi yalnız fondanlarımla meşgul görünüyordum. Bir mücevher muhafazası seyreder gibi sevinçle kutuya bakıyor, içinden çıkardığım şekerleri, bir resimli gazetenin üstüne sıralıyordum. Aynı zamanda da saçmasapan şeyler söylüyordum:
- Bunları yemek de bir sanattır, Kâmran. Hem bu sanatı, âcizane ben keşfettim. Bak, mesela sen şu sarıyı kırmızıdan evvel yemekte bir zarar görmezsin, değil mi? Halbuki ne yazık? Çünkü kırmızı; hem fazla tatlıdır, hem biraz nanelidir. Onu evvela yersem sanırım o nazik lezzetine, o şairane kokusuna yazık olur. Ah, canım şekerler...
Bir tanesini alarak dudaklarıma götürdüm. Kuş yavrusunu sever gibi okşuyor, onunla adeta konuşuyordum.
Kuzenim elini uzattı.
- Onu bana versene, Feride, dedi. Tuhaf bir nazarla yüzüne baktım:
- Ne demek?
- Yiyeceğim.
- Kutuyu yanında açtığımıza galiba fena ettik. Getirdiklerini kendin yemeye başlarsan işimiz var...
- Sadece onu ver!
Hakikaten bu ne demektir? insan, başkasının ağzına sürülmüş bir şeyden iğrenmemek için... Neler düşünüyorum!
Herhalde bir şaşkınlık ve dalgınlık saniyesi geçirmiş olacağım ki, kuzenim birdenbire elini uzattı, fondanı parmaklarımdan kapmak istedi. Fakat ben daha atik davrandım. Şekeri kaçırdım ve ona dilimi çıkardım:
- Sizin böyle el çabukluğu hünerleriniz yoktu ama nasıl oldu, diye alay ettim.
- Bakın, ben size bu kadar güzel fondanın nasıl yeneceğini tarif edeyim de ondan sonra kapın...
Başımı biraz arkaya atarak tekrar dilimi çıkardım, fondanı üzerine koydum. Şeker, yavaş yavaş eridikçe başımı iki tarafa sallıyor, dilim serbest olmadığı için el hareketleriyle ona fondanın lezzetindeki fevkalâdeliği anlatıyordum.
Kuzenim o kadar tuhaf bir şaşkınlıkla bakıyordu ki, kendimi tutamadım, gülmeye başladım.
Sonra, tekrar ciddileştim, kutuyu uzatarak:
- Şimdi artık öğreneceğinizi öğrenmiş sayılacağınız için bir tane ikram edebilirim.
Kâmran, yarı şaka bir hiddetle kutuyu itti:
- istemem, dedi. Hepsi senin olsun.
Aramızda aşağı yukarı konuşulacak bir şey kalmamıştı. Terbiye icabı evdekilerden haber sorduktan ve onlara komplimanlarımı gönderdikten sonra kutularımı koltuğumun altına sıkıştırarak çıkmaya hazırlanıyordum.
Birdenbire parloir'm yanındaki odadan hafif bir gürültü oldu. Kedi gibi kulak kabartarak dinledim.
Mektep levhalarına ve haritalarına mahsus olan bu odanın biraz evvel kapısı açılmıştı. Sonra levhalardan birinin yere düşmesine benzer bir ses işitmiştim. Şimdi de arkadaki camlı kapının arkasında fare tıkırtısından farkı olmayan bir gürültü ve hareket hissediyordum.
Kuzenime belli etmeden bu kapıya şöyle bir bakınca ne göreyim? Buzlu camın arkasında kocaman bir baş gölgesi... Derhal işi çakmıştım. Mişel'di. Bir haritaya ihtiyaç olduğunu söyleyerek aptal soru kandırmış, parloir'm yanındaki odadan bizi gözetlemeye gelmişti.
Gölge kaybolmuştu. Fakat camın altındaki anahtar deliğinden bu kızın bizi gözetlediğine hiç şüphem yoktu. Ne yapacaktım? Birbirine kur yapan iki insan sıfatıyla, o bizden mutlaka fevkalâde bir şeyler bekliyordu. Benim, kuzenime "Haydi, Allah yolunu açık etsin, evdekilere selam" diyerek aptal aptal kapıdan çıktığımı görünce her şeyi anlayacak, koridorda başı-mı kollarının arasında sıkıştırıp saçlarımı karıştırarak "Bana masal okudun, ha!" diye gülecekti.
Bu korku, bana o saniyede bir hınzırlık düşündürdü. Doğru bir şey değil ama, mademki bir rol oynamaya başlamıştık, sonuna kadar devam edecekti.
Misel, mektep arkadaşlarımın çoğu gibi Türkçe bilmezdi. Şu halde söyleyeceğimiz lakırdıların ehemmiyeti yoktu. Elverir ki, ses ve jestler sevişen iki insanın jestlerine benzesin... Kâm-ran'a:
- Az kalsın unutuyordum, dedim. Sütninenin torunu köşkte mi?
Sütninenin torunu senelerden beri köşkte büyüyen bir öksüzdü.
Kâmran, sualime şaşırır gibi oldu:
- Elbette köşkte... dedi. Nereye gitmesini isterdin?
- Tabii... Biliyorum... Yalnız... Ne bileyim işte? Ben bu çocuğu o kadar seviyorum ki... Kuzenim gülümsedi:
- Bu da nereden çıktı, dedi. Yüzüne bile baktığın yoktu biçarenin...
Garip bir hareketle:
- Yüzüne bakmamak ne ispat eder, rica ederim, dedim. Sevmediğimi mi? Ne delilik!... Bilâkis ben, bu çocuğu o kadar çok seviyorum ki...
Bu seviyorum kelimesini, La Dam O Kamelya rolü oynayan bir aktris jestiyle boynumu bükerek ellerimi göğsümün üstünde kavuşturarak tekrar ediyor, yan gözle de kapıya bakıyordum.
Misel, altı kelime Türkçe biliyorsa, bunların üçü mutlaka "sevmek, sevgi, sevda" gibi şeyler olacaktı. Mamafih, tahminimde yanılmış olsam da herhalde bir diksiyonere bakabilir, yahut da "seviyorum ki" kelimesinin ne dehşetli bir manası olduğunu herhangi bir Türkçe bilenden öğrenebilirdi. Yalnız Kendimi tutamayarak birdenbire bir baskın yaptım:
- Adı nedir? Ne iş yapar? Evinin adresi ne? dedim.
Kuzenim şaşaladı; o kadar şaşaladı ki, bir uydurma isim ve adresi bile düşünemedi. Renkten renge girerek ve gülerek:
- Ne yapacaksın? Niçin bu merak? gibi kelimelerle beni atlatmaya uğraştı.
Читать дальше