Gwen döndü ve Bokbu’ya doğru yaklaşan, eli mızraklı ve tıpkı diğerleri gibi üzeri çıplak ve kaslı savaşçıyı gördü.
“Bu yabancıları denizin öbür tarafına yollayın,” diye ekledi. “Neden onlar için kan dökelim?”
“Ben senin kanındanım,” dedi Sandra. Öne çıktı ve sert bir ifadeyle savaşçının suratına baktı.
“İşte bu yüzden bu insanları buraya getirip hepimizi tehlikeye atmamalıydın,” dedi.
“Halkımıza utanç veriyorsun,” dedi Sandra. “Misafirlerimize nasıl davranmamız gerektiğini unuttun mu?“
“Asıl senin onları buraya getirmen utanç verici,” diye cevapladı sertçe.
Bokbu ellerini havaya kaldırdı ve ikisi de sustu.
Bokbu ifadesizce duruyordu ve düşünüyordu. Gwendolyn se içlerinde bulunduğu çıkmaz durumu düşünüyordu. Tekrar denize açılmak onlar için kesin ölüm demekti ama onlara yardım eden bu insanları da tehlikeye atmak istemiyordu.
Bokbu’ya dönerek; “Size zarar gelmesini istemeyiz,”dedi Gwen. “Sizi tehlikeye sokmak istemiyoruz. Şimdi gidebiliriz“
Bokbu başını sallayarak “Hayır,” dedi. Sonra Gwen’e döndü ve merakla “Neden insanlarını buraya getirdin?” diye sordu.
Gwen içini çekerek “Dev bir ordudan kaçtık,” dedi. “Ülkemizi yok ettiler. Buraya yerleşmek için yeni bir yer bulmaya geldik”
“Yanlış yere geldiniz,” dedi savaşçı. “Burası eviniz olamayacak”
“Sessizlik!” dedi Bokbu. Savaşçıya sert bir bakış attı ve onu susturdu.
Sonra Gwen’e döndü ve göz göze geldiler.
“Sen gururlu ve asil bir kadınsın“ dedi. “ İyi bir lider olduğunu görüyorum. İnsanlarına rehberlik yaptın. Eğer açık denize geri dönerseniz kesinlikle ölürsünüz. Belki bugün değil ama birkaç gün içinde kesinlikle“
Gwendolyn teslim olmuş bir şekilde ona baktı.
“O zaman öleceğiz,” dedi. “Yaşamamız için insanlarınızın ölmesine izin vermeyeceğim.”
Gururundan ve asaletinden güç alarak kararlılıkla ona baktı. Bokbu’nun ona daha derin bir saygıyla yaklaştığını biliyordu. Bir anda sessizlik oldu.
“Damarlarında savaşçı kanı aktığını görebiliyorum,” dedi. “Bizimle kalacaksın. Halkım iyileşene ve güçlenene dek burada kalacak. Hem de kaç ay sürerse sürsün.”
“Ama reisim…” diyecek oldu savaşçı.
Bokbu dönüp ona sert bir bakış fırlattı.
“Kararımı verdim”.
“Ama gemileri!” dedi adam. “Limanda kalırsa, İmparatorluk gemiyi görür. Daha ay sona ermeden hepimiz ölürüz!”
Reis direğe, sonra gemiye uzun uzun baktı. Gwen etrafına bakınıp o alanı inceledi ve sık bir bitki örtüsüyle çevrili gizli bir limana kadar çekildiklerini gördü. Arkalarına baktığında açık denizi görünce, adamın haklı olduğunu anladı.
Reis ona bakıp başını salladı.
“Halkını kurtarmak istiyor musun?”
Gwen hararetle evet der gibi başını salladı.
“Evet.”
Reis de ona başını salladı.
“Liderlerin zor kararlar vermesi gerekir,” dedi. “Şimdi, sıra sana geldi. Bizimle kalmak istiyorsunuz, ama gemimiz hepimizin öldürülmesine neden olur. Halkınızı kıyıya memnuniyetle alırız, ama geminiz burada kalamaz. Onu yakmanız gerek. Sizi sonra buraya alırız.”
Gwendolyn orada reisin karşısında durdu ve gemiyi yakmaları gerekeceğini düşününce yüreği sızladı. Gemisine, denizi aşmalarını sağlayan, halkının dünyanın öteki ucuna götürmeyi başaran gemiye bakınca yüreği parçalandı. Zihninden bir sürü zıt his geçti. Gemi tek çıkış yollarıydı.
Ama bir yandan da neden çıkış yoluydu? Sonsuz bir ölüm okyanusuna mı geri döneceklerdi? Halkı ayakta bile zor duruyordu ve toparlanmaları gerekiyordu. Barınacak ve sığınacak bir limana ihtiyaçları vardı. O gemiyi yakarak hayatlarını kurtaracaklarsa, öyle yapacaklardı. Denize tekrar açılmaya karar verirlerse, o zaman başka bir gemi bulur, ya da başka bir gemi inşa edip yamaları gerekeni yaparlardı. O an için, hayatta kalmaları gerekiyordu. En önemli şey buydu.
Gwendolyn ona bakıp hüzünle tamam der gibi başını salladı.
“Öyle olsun,” dedi.
Bokbu ona daha büyük bir saygıyla başını salladı. Sonra, dönüp bir emir verdi ve etrafındaki bütün adamlar harekete geçti. Geminin dört bir köşesine dağılıp onları rampadan aşağıdaki kumlu kumsala indirdiler. Gwen durup Godfrey, Kendrick, Brandt, Atme, Aberthol, Illepra, Sandara ve dünyada en çok sevdiği diğer kişilerin yanından geçişini izledi.
Gemideki herkes inene dek bekledi. Geride bir tek kendisi ve yanından ayrılmayan Krohn ve sessizce bekleyen reis kaldı.
Bokbu’nun elinde adamlarından birinin verdiği yanan bir meşale vardı. Meşaleyi tam gemiye değdirmek üzereydi.
“Hayır,” dedi Gwen uzanıp bileğini tutarak.
Bokbu şaşkınlıkla ona baktı.
“Bir lider kendi gemisini kendisi yok etmeli.”
Gwen dikkatle ağır ve yanan meşaleyi elinden aldı, arkasına döndü ve bir damla gözyaşını silerek meşaleyi güvertede duran bir kanvasa tuttu.
Orada durdu ve kanvasın alev alışını, alevlerin giderek her yere yayılıp gemiyi sarışını izledi.
Meşaleyi bıraktı; sıcaklık fazla hızlı artıyordu. Döndü ve peşinde Krohn ve Bokbu’yla birlikte rampadan kumsala, yeni evine, dünyada geriye kalan tek yere indi.
Yabancı ormanda etrafına bakarken, tanımadığı hayvanların ve kuşların tuhaf çığlıklarını duydu. Bir tek şunu düşünebildi:
Orada kendilerine bir yuva kurabilirler miydi?
Alistair dizleri soğuktan titrer halde taç zemine çömeldi ve ilk güneşin ilk ışıkları Güney Adalarına yayılıp dağları ve vadileri yumuşak bir parıltıyla aydınlatırken manzaraya baktı. Tahtalara prangalanmış bir halde ellerinin ve dizlerinin üstüne çökerken, elleri titredi ve boynunu ondan önce sayısız kişinin dayadığı yere dayadı. Aşağı bakınca, tahtanın üstündeki kan lekelerini, keskin bıçakların daha önceden indiği yerdeki oyukları gördü. Boynu tahtaya değerken bunun trajik enerjisini, ondan önce öldürülmüş kişilerin son anlarını ve son duyguları hissetti. Kalbi büyük bir hüzünle doldu.
Alistair gururla başını kaldırıp son güneşinin doğuşunu, yeni bir şafağın söküşünü izledi ve bunu bir daha izlemek için hayatta kalamayacak olmasının yarattığı o inanmazlığı hissetti. Güneşin doğuşuna hiç olmadığı kadar büyük bir değer vererek baktı. O serin sabahın hafif esintisi arasında Güney Adaları her zamankinden daha güzeldi; gördüğü her yerden güzeldi. O verimli yerdeki ağaçlarda turuncu, kırmızı, pembe ve mor tomurcuklarla kaplıydı ve dallarından enfes meyveler sarkıyordu. Mor renkli sabah kuşları ve iri turuncu renkli arılar çoktan vızıldıyor, çiçeklerin tatlı kokusu etrafını sarıyordu. Puslar ışıkta parıldıyor, her şeye büyülü bir his katıyordu. Hiçbir yere o kadar bağlanmamıştı; sonsuza dek mutlu olarak yaşayabileceği bir yer olduğunu biliyordu.
Alistair taş zeminde ayak sesleri duydu ve başını kaldırınca Bowyer’ın yaklaştığını, kocaman çizmelerini sürte sürte tepesine dikildiğini gördü. Elinde çift başlı kocaman bir balta vardı ve bunun gevşekçe elinde tutarken, kaşlarını çatmış ona bakıyordu.
Alistair onun ardında yüzlerce ona sadık Güney Adalının dizildiğini, geniş taş meydanda etraflarında kocaman bir daire oluşturduklarını gördü. Hepsi de ondan en az yirmi metre uzaktaydı ve kendisiyle Bowyer geniş bir açıklık alanda yalnız kalmışlardı. Kanlar etrafa sıçradığında, kimse oraya yakın olmak istemiyordu.
Читать дальше