Riley ateş etmeyi bitirdiğinde kaskını çıkardı. O ve Bill hedefe gidip sonuca baktılar. Tüm kurşun izleri düzgün biçimde bir araya toplanmışlardı.
“Yüzde yüz mükemmel sonuç,” dedi Bill.
“İyi oldu bu,” dedi Riley. Hamlanmış olmaktan nefret ediyordu.
Bill hedefin arkasındaki tel koruyucuyu işaret etti.
“Gerçeküstü bir tür değil mi?” dedi.
Bir sürü beyaz kuyruklu geyik tepenin üzerinde keyifle otlanıyordu. Aslında Riley’in ateş ettiği sırada oraya toplanmışlardı. Riley’in elindeki tabancaya göre bile kolay hedeftiler. Ama onlar üzerinde durdukları yüksekliğin hemen altından geçip hedefleri vuran binlerce kurşunu hiç umursamıyorlardı.
“Evet,” dedi Riley, “ve güzeller.”
Yılın bu zamanı bu bölgede geyikler çok görülürdü. Avlanma zamanıydı ve nedense geyikler burada güvende olacaklarını hissediyorlardı. Aslında FBI Akademisi’nin arazisi tilkiler, hindiler ve sıçan gibi hayvanlar için bir vahşi yaşam cennetiydi.
“Birkaç gün önce öğrencilerimden biri araba park alanında bir ayı gördü,” dedi Riley.
Riley koruyucu tele doğru birkaç adım attı. Geyikler başlarını kaldırıp ona baktılar ve yürüyüp gittiler. Silahların ateşlenmesinden korkmuyorlardı ama insanlara çok yakın olmak istemiyorlardı.
“Oların bunu nasıl bildiğini düşünüyorsun?” diye sordu Bill. “Yani burasının güvenli olduğunu. Bunca silah sesine rağmen.?”
Riley sadece başını salladı. Bu onun için bir sırdı. Babası onu çok küçükken ava götürmüştü. Babasına göre geyikler yalnızca yiyecek ve saklanmak demekti. Uzun yıllar boyunca Riley’in onları öldürmesi onu fazla ilgilendirmemişti. Ama bu durum sonradan değişmişti.
Bu konuyu şimdi düşünmek Riley’e tuhaf geliyordu. Eğer çok gerekliyse bir insana öldürücü güç kullanmakta zorlanmıyordu. Ama şu masum canlılardan birini öldürmek ona inanılmaz geliyordu.
Riley ve Bill yakındaki dinlenme yerine gidip bir banka oturdular. Buraya neyle ilgili konuşmaya geldiyse Bill hala suskun görünüyordu.
“Sen neler yapıyorsun?” diye sordu Riley kibarca.
Bunun hassas bir soru olduğunu biliyordu ve Bill’in çekincesini görüyordu. Bill’in işi ve ev yaşamı arasında yıllar süren gerginlikten sonra karısı onu kısa bir süre önce terk etmişti. Bill küçük çocuklarıyla görüşememekten dolayı üzülüyordu. Artık Quantico kasabasında bir dairede yaşıyordu ve haftasonlarını oğullarıyla geçiriyordu.
“Bilmiyorum Riley,” dedi. “Buna nasıl alışacağımı bilmiyorum.”
Açıkça yalnızlık çekiyor ve üzülüyordu. Kendi ayrılık ve boşanma süreci içinde bunları yeteri kadar yaşamıştı Riley. Üstelik ayrılıktan sonraki sürecin özellikle çok hassas olduğunu biliyordu. İlişki çok iyi gitmemiş olsa bile kendinizi yabancı bir dünyada, dostuluğun kaybolmuş yıllarında ve kendi başınıza ne yapacağınızdan tam emin olmadığınız bir durumda buluyordunuz.
Bill, Riley’in koluna dokundu. Duygulanmış olduğu için sesi biraz kalındı ve, ‘’Bazen hayatta elimde kalan tek şeyin… sen olduğunu düşünüyorum.’’ dedi.
Bir an Riley ona sarılmak istedi. İş ortağı olarak çalıştıkları zamanlarda Bill onu hem fiziksel hem de psikolojik olarak pek çok kez kurtarmıştı. Ama dikkatli olması gerektiğini biliyordu. Ayrıca insanların bu tür zamanlarda biraz çılgın olabileceklerini de biliyordu. Kendisi alkollü olduğu bir gece Bill’i aramış ve ona ilişki teklif etmişti. Şimdi durumlar tersine dönmüştü. Bill’in kendisine bağlanmaya hazır olduğunu, kendisinin ise tek başına yeterince özgür ve güçlü olduğunu hissetmeye başlamıştı.
“Biz iyi ortaklardık,” dedi. Bu söz çok sıradandı ama söyleyecek başka söz bulamamıştı.
Bill uzun ve derin bir nefes aldı.
“Bu konuda konuşmak için buraya geldim,” dedi. “Meredith seni Phoenix davasına çağırdığını söyledi. Ben bu davada çalışıyorum. Bir ortağa ihtiyacım var.”
Riley yalnızca kızgınlık hissiyle doldu. Bill’in ziyareti bir tür pusu gibi görünüyordu.
“Meredith’e bu konuyu düşüneceğimi söyledim,” dedi.
“Ve şimdi ben sana soruyorum,” dedi Bill.
Aralarında bir sessizlik oldu.
“Peki ya Lucy Vargas?” diye sordu Riley.
Ajan Vargas Bill ve Riley’le son davalarında birlikte çalışan yeni bir ajandı. Her ikisi de onun çıkardığı işten etkilenmişlerdi.
“Ajan Vargas’ın bileği henüz iyileşmedi,” dedi Bill. “En azından bir ay daha bölgeye gelemez.”
Riley bu soruyu sorduğu için kendisini aptal gibi hissetti. Kendisi, Bill ve Lucy zincir katili olarak bilinen Eugene Fisk davasında birlikte çalışırlarken Lucy düşerek bileğini kırmıştı ve neredeyse öldürülüyordu. Elbette bu kadar çabuk göreve dönmesi beklenemezdi.
“Bilmiyorum Bill,” dedi Riley. “İşe ara verdiğimde kendimi daha iyi hissettim. Şu andan itibaren yalnızca eğitim vermeyi düşünüyorum. Sana tek söyleyebileceğim şey Meredith’e söylediğimin aynısı olacak.”
“Bu konuda düşüneceksin.”
“Doğru.”
Bill hoşnutsuzlukla homurdandı.
“En azından biraraya gelip bu konuyu tekrar konuşabilir miyiz?” diye sordu. “Belki yarın?”
Riley bir süreliğine yine sessiz kaldı.
“Yarın olmaz,” dedi. “Yarın bir adamın ölümünü izlemek zorundayım.”
Riley camdan, Derrick Caldwell’in öleceği odaya baktı. Caldwell’in son kurbanı Kelly Sue Bassett’in annesi Gail Bassett’in yanında oturuyordu. Riley onu durdurmadan önce katil tam beş kadını öldürmüştü.
Riley, Gail’in idam davetini kabul etmek konusunda kararsızdı. Daha önce gönüllü tanık olarak gazetecilerin, avukatların, kanun uygulayıcı görevlilerin, manevi danışmanların ve juri başkanının arasında bir kez izlemişti idamı. Şu an Gail ile, öldürülen kadınların dokuz akrabasıyla birlikte daracık bir alanda yanyana konmuş plastik sandalyelerde oturuyordu.
Gail, minyon, altmış yaşlarında, narin, kuş yüzlü kadın Riley ile uzun yıllardır iletişimini korumuştu. Riley’e yazmış ve infazdan önce kocasının öldüğünü ve bu önemli olayı görmeye gideceği kimsesinin olmadığını bildirmişti. Bu yüzden Riley ona eşlik etmeye karar vermişti.
Ölüm odası hemen orada, pencerenin diğer tarafındaydı. Odadaki tek eşya haç şeklindeki idam masasıydı. Masanın baş tarafında mavi plastik bir perde asılıydı. Riley o perdenin arkasında tıbbi boruların ve öldürücü kimyasalların olduğunu biliyordu.
Duvarda valiliğe bağlı kırmızı bir telefon vardı. Bu telefon yalnızca son dakika af kararında çalabilirdi. Kimse bu sefer telefonun çalmasını beklemiyordu. Oda kapısının üzerindeki saat, bunların dışında görülebilen tek dekordu.
Virginia’da mahkumlar elektrikli sandalyeyle öldürücü kimyasallar arasında tercih yapma hakkına sahiptiler. Ama çoğunlukla kimyasallar seçiliyordu. Eğer mahkum bir seçim yapmadıysa iğne yapılmasına karar veriliyordu.
Riley, Caldwell’in elektrikli sandalyeyi tercih etmemesine şaşırmıştı. Kendi ölümüne bile pişman olmayacak gibi görünen bir canavardı o.
Kapılar açıldığında saat 8:55’ti. İdam görevlileri Caldwell’i odaya getirdiklerinde izleyiciler arasında ne olduğu anlaşılmayan mırıldanmalar oldu. İki gardiyan onu kollarından tutmuştu ve diğeri de sağ taraflarından yürüyordu. Hepsinin ardından iyi giyimli bir adam geldi. Bu adam hapishane müdürüydü.
Caldwell mavi bir pantolon, mavi bir iş gömleği ve sandalet giymişti. Ayağında çorap yoktu. Elleri kelepçeliydi ayakları zincirliydi. Riley onu yıllardır görmemişti. Bir seri katil olarak içeride tutulduğu kısa süre boyunca, tam bohem bir kaldırım sanatçısına yakışacak türden uzun saçları ve asi bıyıkları olmuştu. Şu anda traşlıydı ve sıradan görünüyordu.
Читать дальше