Ayı acı içinde inliyordu ama Sam aynen devam etti. Dişlerini daha derine sapladı ve birkaç saniye içinde ayı pes edip Sam’in dizlerinin önüne çöktü. Ve sonuç olarak hareket etmeyi bıraktı.
Sam gücün damarlarına dolduğunu hissederek hayvanın bütün kanını içti.
Nihayetinde Sam sırtını bir ağaca yasladı ve dudaklarından damlayan kanı yaladı. Hiçbir zaman şimdiki gibi yenilenmiş hissetmemişti. Tam da ihtiyacı olan yemekti bu.
Bir başka dal çıtırdamasını duyduğunda ayağa kalkmak üzereydi.
Sesin geldiği tarafa doğru baktığında beyaz, ince bir elbise giymiş en fazla 17 yaşındaki genç kızı gördü. Şok içinde, elinde bir sepetle öylece kalakalmıştı. Teni saydammış gibi bembeyazdı ve uzun kahverengi saçları, masmavi gözlerini çevreliyordu. Çok güzeldi.
Kendisi gibi donup kalan Sam’e dikmişti gözlerini. Sam, kızın ondan korktuğunu düşündü. Bir ayının tepesinde, ağzında kanla olan görüntüsünün korkutucu olduğunu fark etti. Ama onu korkutmak istemiyordu.
Ayıdan uzaklaşıp kıza doğru birkaç adım attı.
Kızın irkilip kaçmaması Sam’i şaşırtmıştı. Bunun yerine korkusuz gözlerle Sam’e bakmaya devam ediyordu.
“Korkma, sana zarar vermeyeceğim,” dedi Sam.
Kız gülümsedi. Sam oldukça şaşırmıştı. Güzel olmasının yanında bir de korkusuzdu. Bu nasıl olabilirdi?
“Tabi ki bana zarar vermeyeceksin. Sen de benim gibisin,” dedi kız.
Şimdi şok olma sırası Sam’deydi. Kız bunu söylediği an Sam doğru olduğunu anlamıştı. Daha kızı gördüğü ilk an bir şeyler olduğunu fark etmişti ve şimdi tam olarak anlıyordu. Kız da onun gibiydi. Bir vampir. Bu yüzden korkusuzdu.
Kız, ayıyı göstererek, “Güzel alt ettin. Ama biraz karışık oldu, değil mi? Neden bir geyik seçmedin?” dedi.
Sam güldü. Hoş olmasının yanında komikti de. “Bir dahaki sefere öyle yaparım,” dedi.
Kız gülümsedi.
“Hangi yılda olduğumuzu söyleyebilir misin? Ya da ne bileyim, en azından hangi yüzyıl olduğunu?” diye sordu.
Kız tekrar gülümseyip kafasını salladı.
“Sanırım cevabı bulman için bu soruyu sana bırakacağım. Eğer ben söylersem hiçbir eğlencesi kalmaz, değil mi?”
Sam, kızdan hoşlanmıştı. Cesur biriydi. Hem onu çok önceden beri tanıyormuş gibi rahat hissetmişti kendini.
Kız bir adım öne gelip, elini uzattı. Sam uzanıp kıza, saydam ve pürüzsüz tenine dokundu.
“Benim adım Sam,” deyip elini sıktı ama bu tutuş normalden uzun sürmüştü.
Kız kocaman bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Biliyorum,” dedi.
Sam şaşırmıştı. Adını nasıl bilebilirdi? Kızla daha önce tanışmış mıydı? Hatırlayamadı.
“Senin için gönderildim,” dedi kız.
Ve birdenbire arkasını dönüp, ormanın içine doğru ilerlemeye başladı.
Sam, takip etmesi gerektiğini düşünerek aceleyle peşinden ilerledi. Nereye gittiğini tam olarak incelemiyordu. Dalların üstünde kızın peşinden gitmeye çalıştıkça, onun kıkırdamasını duyuyordu.
“Ee? Sen bana adını söylemeyecek misin?” diye sordu. Kız kıkırdamaya devam etti.
“Hmm, bir ismim var elbette ama onu pek kullanmıyorum,” dedi. Sonra arkasını dönüp, Sam’in ona yetişmesini bekledi ve: “İlla ki bilmen gerekiyorsa, herkes bana Polly der,” dedi.
Caleb, Orta Çağ’a özgü devasa kapıyı açtı. O kapıyı tutarken, Caitlin sabahın ilk ışıkları altında manastırdan çıktı ve dışarı adım attı. Caleb yanında, gün doğuşunu izledi. Burada, Montmarte’nin zirvesinde, tüm Paris’i ayaklarının altında görebiliyordu. Paris, klasik mimarinin ve basit evlerin, taş ve toprak yolların, ağaçların ve kentleşmenin bir arada bulunduğu güzel, geniş bir şehirdi. Milyonlarca tatlı rengin karışımına bürünen gökyüzü, şehri canlı gibi gösteriyordu. Büyüleyici bir manzaraydı.
Bu manzaradan daha büyüleyici olansa, yavaşça kendi eline uzandığını hissettiği eldi. Başını çevirdiğinde Caleb’in de yanında durmuş manzarayı seyrettiğini fark etti. Tüm bunların gerçek olduğuna inanamıyordu. Caleb’in yanında olduğuna, gerçekten burada birlikte olduklarına inanamıyordu. Caleb’in onu tanıdığına, onu hatırladığına, onu bulduğuna inanamıyordu.
Hâlâ bir rüyada olup olmadığını merak etti.
Ancak orada durup, Caleb’in elini sıkıca tuttuğunda, bunun bir rüya olmadığını, uyanmış olduğunu biliyordu. Daha önce hiç bu kadar mutlu hissetmemişti. Bunca zamandır yalnızca onunla olmak için koşuyordu. Yalnızca ona kavuşmak için asırlarca öncesine bunca yolu kat edip gelmişti. Yalnızca onun hayatta olduğundan emin olmak için... Caleb, İtalya’da onu tanımadığında içinde bir şeyler paramparça olmuştu.
Ancak burada yanında olduğunu, yaşadığını ve kendisini hatırladığını düşündükçe —ayrıca Sera da etrafta yokken, Caleb tamamen ona kalmıştı— kalbi yepyeni umutlar ve hayallerle dolmuştu. Tüm bunların gerçek olabileceğini, planın gerçekten işe yarayacağını o ana kadar hayal bile edemezdi. O kadar kendinden geçmişti ki nereden başlayacağını ya da ne söyleyeceğini bile bilmiyordu.
Caitlin bir şey söylemeye fırsat bulamadan Caleb söze başladı.
“Paris,” dedi, yüzünde bir gülümsemeyle Caitlin’e dönerek, “Kesinlikle daha kötüsü de olabilirdi.” Caitlin de ona gülümsedi.
“Bütün hayatım boyunca burayı görmek istemiştim,” diye cevap verdi.
Sevdiğim birisiyle diye eklemek istedi ancak kendisine engel oldu. Caleb’le en son bir araya geldiğinden beri o kadar çok zaman geçmişti ki, kendini tekrar gergin hissetmeye başlamıştı. Bir taraftan sanki hep onunlaymış gibi hissediyordu, bir taraftan da onu ilk kez görüyormuş gibi.
Caleb, elini ona doğru uzattı.
“Paris’i benimle gezmek ister misin?” diye sordu. Caitlin elini Caleb’in avucuna yerleştirdi.
Dik yamaçtan aşağı Paris’e uzanan uzun mesafeye bakarak, “Yürümek için oldukça uzak,” dedi.
“Ben daha havalı bir şeyler düşünüyordum,” dedi Caleb. “Uçmak.”
Caitlin omuzlarını geriye doğru gererek kanatlarının ne durumda olduğunu anlamaya çalıştı. Beyaz kanı içtikten sonra kendisini oldukça gençleşmiş ve yenilenmiş hissediyordu ama uçabileceğinden emin değildi. Kanatlarının onu taşıyacağını umarak bir dağın tepesinden atlamaya hazır değildi.
“Henüz uçmaya hazır olduğumu düşünmüyorum,” dedi.
Caleb ona baktı ve durumu anladı. “Öyleyse benimle uç,” dedi ve bir gülümsemeyle ekledi, “Eskiden olduğu gibi.”
Caitlin de ona gülümsedi, arkasına geçti, omuzlarına ve sırtına tutundu. Kollarının arasında Caleb’in kaslı vücuduna sahip olmak ona iyi hissettirmişti.
Caleb birden hızla aşağıya atladığında, daha sıkı tutunacak zamanı zar zor bulabilmişti.
Daha ne olduğunun farkına varamadan uçmaya başlamışlardı. Caitlin kafasını Caleb’in omzuna dayamış, aşağıya bakıyordu. Günbatımında süzülerek aşağı, şehre yaklaşırlarken Caitlin içinde ona pek de yabancı olmayan o heyecanı hissetti. Nefes kesiciydi.
Ancak hiçbir şey onun tekrar Caleb’in kollarında olması, ona tutunması, onunla birlikte olması kadar nefes kesici değildi. Ona kavuşalı daha bir saat bile olmamıştı ama Caitlin şimdiden bir daha Caleb’den ayrılmamak için dua ediyordu.
Şu an üzerinden uçtukları Paris, 1789’daki Paris, birçok açıdan Caitlin’in 21. yüzyılda gördüğü Paris resimlerine benziyordu. Binaların çoğunu, kiliseleri, çan kulelerini, heykelleri hatırlayabiliyordu. Yüzyıllar öncesinde olmasına rağmen, Paris 21. yüzyıldaki şehrin aynısı gibi duruyordu. Floransa ve Venedik’teki gibi, geçen yüzyıllar boyunca çok az şey değişmişti.
Читать дальше